Ah bi de
şampiyon olsak… Ama neden?
Bir takıma gönül düşürmenin tek nedeni elbette şampiyon olma ihtimali değildir,
olmamalıdır –ki bu en azından Gençlerbirliği dahil bütün “küçük” takımların
taraftarları için böyledir. Ve fakat her taraftar da takımını şampiyon görmek
ister.
Malum, ancak dört şampiyon çıkarabilmiş ligimizde bir beşinci olabilme
potansiyeli en çok Gençlerbirliği’nde var. Ya da biz öyle olduğunu düşünüyoruz,
düşünmek istiyoruz. Fakat burada çok önemli bir nokta var. Şampiyonluğun
imtiyazlı bir zümrenin tekelinde olduğu(nun düşünüldüğü) bir ortamda şampiyonluk
istemenin “başarı hırsı”na eşlik eden “kutlu” bir dürtüsü de vardır, olmalıdır:
eşitlik talebi!
Yani, kuru kuruya bir “farklı şampiyon” isteği/umudu olmamalı Gençlerbirliği
sevgisini tetikleyen, besleyen. “Eşitlik talebi” yani tabiri caizse düzeni
değiştirme fikri akıldan hiç çıkarılmamalı; çıkarılmamalı ki olası bir
şampiyonluğa giden süreçte de sonrasında da maksat hasıl olsun, devran değişsin.
Böyle bir “devrim”in biri içsel biri da dışsal olmak üzere iki ayağı var galiba.
İçeride yapılması gereken açık: Önce kendiniz eşit olduğunuza inanacaksınız! Bir
eşitlik talebiniz olacak. Lafta değil, gerçekte. “Küçük olsun benim olsun”dan
“gördünüz mü bizi şampiyon yapmazlar”a kadar uzanan mazeret üretme mekanizmasını
önce kendi içinizde yok edeceksiniz. Eşit olduğuna inanmayan nasıl eşitlik talep
edebilir ki? Temel (tek?) hedefi ligin dişli, iyi futbol oynayan ve dahi zengin
bir kulübü olmak olan bir takımın şampiyon olmak istediğine kim inanır ki?
Diğer yandan, “gönülden inanmak” başarmanın ancak yarısı; o da lafın gelişi.
Dışsal faktörlerin de dönüştürülmesi gerek. Yani bizi şampiyon yapacak bir ortam
da oluşturulmalı. Ama dikkat, ligimizin ihtiyacı “yeni bir şampiyon çıkarmak”tan
ziyade “yeni şampiyonların çıkmasının yolunun açılması”dır. Bu çerçevede,
Gençlerbirliği’nin varlığı ve olası bir şampiyonluğu örneğin bir Trabzonspor’dan
farklı olmalıdır. Şöyle ki, üç büyüklere kafa tuttuğu ve onların tahtlarını
sarstığı ortak kabul gören Trabzonspor, şampiyon olduğunda ve özellikle de bunun
sermayesini yemeye başladığında (-ki hazıra dağ dayanıyor!) ayırt edici
özelliğini de yitirmeye başladı. İçindeki tüm potansiyele rağmen nihayetinde
büyüklerin safına geçti, temsil ettiği Anadolu’nun yani dışlanmışların parçası
olmaktan ziyade kendini ayrıcalıklıların yanında gördü, gösterdi. Kısacası,
büyük, “dördüncü büyük” oldu. Arkasından geleceklere yol açmaktan ziyade “bu işi
ancak ben başarabilirim” demeye getirdi. Düzenin ikinci sınıf takımlar,
mağdurlar üretmesine değilmiş itirazı, kendisinin ikinci sınıf görülmesineymiş,
mağdur olmasınaymış. Tamam, kendini 3 İstanbul takımı dışında kodladı hep, ama
zurnanın en hoş sesini çıkardığı anlarda muhalefetlikten neredeyse hiç dem
vurmadı. Dahası, bir şehir takımı olarak kısmen temsil ettiği bölgesini de
dışladı, daha doğrusu kendisine tâbi gördü, domine etmeye çalıştı ve etti de.
Kısacası, bölgede “patron” oldu, ülke futbolunun patronlarına karşı çıkarken,
çıktığını söylerken.
Unutmamalı, özelde Gençlerbirliği’ni genelde Anadolu takımlarını savunmanın
nedeni tamamen ilkesel: Yani, Anadolu takımları sırf Anadolulu oldukları için
değil, dışlandıkları, horlandıkları, alenen gadre uğradıkları, “öteki”
oldukları/yapıldıkları için önemli, desteklenmeye değer. Onun için kendilerine
verilen destek ancak bu ilkesel tanımın içine girdikleri sürece anlamlı;
çıktıkları anda bu iş biter. Trabzonspor mevzuunda olduğu gibi.
İşte Gençlerbirliği’nin başarısı ve olası bir şampiyonluğu bu anlayışa bir set
çekebilir, çekmeli. Laf olsun diye, istatistik olsun diye, renk olsun diye değil
başarı/şampiyonluk isteği; farklılık olsun diye, düzen değişsin diye, emek sarf
eden, hak eden de kazanabilsin diye. Ve daha da önemlisi, olası bir şampiyonluk
sonrasında Trabzonsporlaşmasın diye. Arkasından geleceklere de yol açsın, yani
şampiyon olunca “büyük” saflarına geç(iril)mesin, tersine bunu “öteki”ler adına
yapsın diye.
Beşinci büyük olduk diye böbürlenmemeli başarırsak, altıncıya yol açtık diye
sevinmeli sadece. Futbol sevgisinden dem vurulmalı; kazanma, yenme, gününü
gösterme güdülerinden değil.
|