ERDEM DENK

Devlet(i) Olmak
Erdem DENK - ASAM 28 Ağustos 2008 <http://www.asam.org.tr/tr/yazigoster.asp?ID=2525&kat2=2>

Kurumsallaşan ve kurumsallaştığı ölçüde de başlangıçta taahhüt ettiği (varsayılan) ya da kendisine bir şekilde atfedilen raison d’être’sini yani insanların hayatını kolaylaştırma iddiasını kaybederek kendi raison d’être’sini yaratan yani kendini ayakta tutmak için yaşayan ya da zaten böyle bir şey olan “devlet”, her durumda göz ardı edilemez tarihsel bir olgu. Yaygın görüşe göre, devlet olmak, mevcut devletlerin vatandaşları açısından kendini rahat ve güvende hissetmeyi sağlayan temel araçken devletsiz etnik/millî gruplar açısından da aynı düşüncelerle hayalleri süsleyen bir nihai hedef. İnsanlar için (olası) devletlerinin devletlerarası düzende yer alması da ziyadesiyle önemli. Muhtemelen, grup kimliği üzerinden inşa edilen aidiyet hissinin en somutlaşmış hâli de olan devletlerin, bireysel varlığını koruma ve/veya teyit et(tir)me arayış ve ihtiyacına verdiği düşünülen yanıt nedeniyle. Mevcut “devlet” anlayışının insanların gönlüne düş(ürül)en amaç ve anlamlara ne kadar yanıt verebileceği tartışmasını bir kenara bırakırsak, Kosova’dan Kafkaslar’a, Kuzey Kıbrıs’tan Tayvan’a birçok yerde “devlet” olarak kabul görmek isteyenlerin karşılarında ne gibi hukuksal aşamalar olduğu tam da bu nedenle incelemeye değer. Tabii özellikle uluslararası siyasi ortamdaki değişikliklerin etkisini hep akılda tutarak.
Klasik uluslararası hukuk ders kitaplarının benimsediği tanımla, bir siyasi birimin “devlet” olabilmesi için üç unsura sahip olması gerekmekte: İnsan topluluğu yani nüfus, bir ülke ve nihayet egemen ve bağımsız bir siyasi otorite. Tabii, bu gerek şartların yeterli olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu, çünkü birçok örneğiyle görüldüğü gibi bu üç unsura da sahip olup da devlet olamamak, daha doğrusu “devlet” olarak kabul edilmemek de pekâlâ mümkün. Öyle ya, devletlerarası ilişkiler üzerinden yürüyen uluslararası politikada bir aktör olarak yer almak için mevcut devletlerin (en azından bir kısmının) onayı şart, yoksa kiminle bir “devlet” olarak işbirliğine gireceksiniz ki? Gerekli “objektif” kriterlerin karşılanması durumunda bile “devlet” olarak tanınmama olasılığının olması, aslında yeni bir şey değil. En azından egemen ve eşit devletlerarası ilişkiler varsayımına dayalı modern uluslararası ilişkiler fikrinin 1648 Westphalia anlaşmalarıyla Batı Avrupa’da ortaya çıkmasından bu yana geçerli olan akçe.[1] Bu nedenle, her ne kadar literatürde tanınmanın devlet olma açısından kurucu değil açıklayıcı bir işlem olduğu görüşü ağır bassa da, devletler ailesine girmek için gerekli hukuksal ölçütlerin karşılanmasının yeterli olmadığı, sistemin siyasi olurunun da alınması gerektiği herkesin malumu.

Tanıma sorununun en ciddi şekilde gündeme gelmesi 1960’ların ünlü dekolonizasyon süreciyle oldu. Milletler Cemiyeti Misakı’nın (BM Antlaşması’nda da bir şekilde tekrarlanan) şartlı ifadesinin öngördüğü üzere kendi ayakları üzerinde durma kapasitesine kavuştu(ruldu)klarından mı, ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarısı ve bunun kerhen veya kalben takdir edilmesinin etkisinden mi, sömürgeciliğin farklı aygıtlarla sürdürülebilmesinin altyapısı olgunlaştırıldığından mı, ya da bu gelişmelerin hepsi nedeniyle mi bilinmez ama kesin olan bir şey var: Özelde mevcut devletlerin genelde de uluslararası sistemin önde gelen aktörlerini tanıması sonucunda “devletler ailesi”ne kısa bir dönemde birçok yeni devlet katılmış oldu.

Bağımsız devlet ilan etme hakkının hukuken kimlere ait olduğu sorunuysa, bazı yerlerde günümüze dek çözülememiş ciddi tartışmalar çıkmışsa da, temelde sorunsuz atlatılmıştı. Bağımsız devletlerini ilan etme ve tanınma hakkı, sadece metropol ülkeyle farklı hukuksal statüye/sisteme sahip olan sömürge altındaki ülkelere aittir denerek. Bu hukuksal zemin, özel ve farklı hukuksal düzenlemeye tâbi olan ülkeler dışında bir devlet sınırları içinde yaşayan gruplara bu hakkın sağlanmayacağı anlamına geliyordu. Öyle ya, yeryüzünde homojen bir devlet olmadığına göre, sömürge altındakilere tanınan devlet olma hakkının “azınlık” vb. “ülke-içi” gruplara ayrılma yönünde cesaret verici şekilde yorumlanmasının da önüne geçilmesi gerekiyordu. Her durumda kesin olansa, uluslararası sistemin ve bu sistemi oluşturan (merkezî) devletlerin bir birimin bağımsızlığını tanıyarak onu “dünya devletler ailesi”ne katmayı onaylarına tâbi bir ayrıcalık olarak gördüğüydü. (Kuşkusuz, “uluslararası toplum”a kabul edilme lütfüne mazhar olan her devlet, ertesi gün bu ayrıcalığı lütfedenlerden olacaktır!)

Kendi içinde tutarlı olduğunu her daim tekrarlayan bu anlayış, aslında dekolonizasyon sürecinin en başından itibaren kimi sorunlarla maluldü. Eritre ve Doğu Timor örneklerinde olduğu gibi, sömürge yönetimlerinin ortadan kalkacağı kimi ülkeler üzerinde hem de kimisi bağımsızlığına eşanlı olarak kavuşmakta olan bölge devletleri arasında egemenlik tartışmaları yaşandı. Bağımsız devlet olarak tanınma arayışını meşrulaştırmak için gerek duyulan hukuksal ve siyasal araçlar trenini bir şekilde kaçırmış olan bu gibi yerlerin imdadına yetişense 1990’ların siyasi ortamı oldu. Soğuk Savaş döneminde bölge-içi ilhak politikalarının “uluslararası sistem”den (daha doğrusu “ilgili Blok”tan) destek görmesiyle bastırılan bağımsızlık talepleri, Soğuk Savaş sonrasında değişen ihtiyaçlarla kesişmelerinin de etkisiyle başarıya ulaşabilmiş ve uluslararası hukukun dekolonizasyon döneminden kaynaklanan ölçütlerine göre hak görülen bağımsızlık böylece gecikmeli de olsa mümkün olabilmişti. Soğuk Savaş döneminde verilen destekle sömürgeci güç Portekiz’in çekildiği bölgeyi önce işgal sonra ilhak eden (1975) Suharto rejiminin Batı Bloku’nun da desteğiyle uzun yıllar boyunca bastırdığı Doğu Timorlular, Endonezya rejiminin ABD desteğini yitirmesiyle başlayan süreçte BM üzerinden bağımsızlıklarına kavuştular ve “uluslararası toplum”ca da tanındılar (1999-2002). Baskıdan kurtulan Doğu Timorlular böylece “devletler ailesi”nin bir ferdi olmuştu. Dünyanın en yoksul ve yoksun devletlerinden biri olarak… Benzer şekilde, İtalya sömürgesi ve İngiltere vesayeti döneminden sonra BM planı uyarınca federal kimliğiyle bağlandığı (1950-52) Etiyopya tarafından ilhak edilen (1961) Eritre de 1990’larda bağımsızlığı teşvik edilen ve tanınan ilk devletlerden oldu ve en yoksul ve yoksun devletlerden birisi olarak “uluslararası toplum”a katıldı. Kısacası, genelde “dünya devletler ailesi”ne katılma onayını verme imtiyazına sahip olan merkezin ve özelde de Batı kampının liderliğinden dünya liderliğine geçen ABD’nin farklılaşan ihtiyaçları, bu iki devletin “tanınma” aşamasının sorunsuz aşılmasını sağlamıştı.

Sömürgeciliğin tasfiyesi sürecinden kalan ve Soğuk Savaş politikaları nedeniyle dondurulan bu gibi sorunlara 1990’ların ortamında bulunan çözümden farklı olarak başka bir devletleşme süreci daha yaşanmaktaydı: Dağılan Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın iç hukuksal yapılanmaları kurucu devletlere (Sovyetler 15 ve Yugoslavya 6 kurucu devlet) ayrılma hakkı tanıdığı için, görünürde hukuksal bir sorun yoktu. Ancak, merkezî yapılanmasının iradesi ve isteği çerçevesinde dağılan Sovyetler Birliği’nin aksine, Yugoslavya örneğinde durum biraz farklı olmuştu. Özellikle Almanya’nın Hırvatistan ve Slovenya’yı (erken) tanıma, hatta bağımsızlık ilanına teşvik politikası, yeni bir süreci de başlattı. Diğer AB üyelerinin ve ABD’nin de taraf olduğu yeni devletler üzerinden nüfuz alanını genişletme arayışı, Balkanların hızla ve tekrar Balkanlaşması anlamına gelen kanlı çatışmaları da beraberinde getirdi. Hem buradan hem de eski Sovyet coğrafyasından birçok bağımsızlık talebi yükselmeye başlamıştı ve bunların önemli bir kısmının kurucu devletlerin aksine ne eski iç hukuksal yapılanmada ne de uluslararası hukukta dayanacakları bir bağımsızlık ilan hakkı vardı.[2] Ne var ki, yaşanan her çatışma ve yarattığı insanî sorunlar parçalanmayı daha da derinleştiriyor ve ayrı yaşama isteğini meşrulaştırmanın da ötesinde bu yolu adeta tek çare haline getiriyordu. Bu ortamda kurulan küçük etnik devletlerin hem anlamlılığının hem de yol açabileceği olası sorunların sorgulama alanı dışına itilmesi bir yana, en son Kosova örneğinde görüldüğü gibi, bu ayrışmayı çıkartan değilse de kolaylaştıran/teşvik eden bölge-dışı devletlerin bağımsızlık karşılığında aldıkları üs vb. siyasi-askerî destekler, “bağımsızlık” heyecanındakilerin yine de gözden kaçırmaması gereken konular değil midir?

Üzerine düşünülmesi gereken bu tür siyasi/insanî sorunlar bir yana, bir de hukuksal ölçütlerin her durumda farklı yorumlanması ve uygulanması, tanımada siyasi etkenlerin daha fazla ve seçici bir şekilde devreye girmesi anlamına geliyor. Kosova’nın bağımsızlık ilanı, Balkanlar özelinde bu sürecin belki de en sembolik örneği. Dağılma sürecinde kurucu devletlerin birbirine girmesi sonucunda yaşanan Bosna trajedisini bitiren Dayton Antlaşması’yla kendisini köşeye sıkıştırılmış ve haksızlığa uğramış hisseden Sırpların husumetini tarihsel coğrafyalarının kalbi olarak gördükleri Kosova’ya yöneltmesi ve sonrasındaki NATO müdahalesiyle gündeme gelen Kosova’nın bağımsızlığı fikri, herhangi bir hukuksal zemini de olmaması nedeniyle, ciddi gerginliklere yol açtı. Ne var ki, dönemin kimlikçi politikalarının da etkisiyle iyice tırmanışa geçen ayrılıkçılık, Balkanlarda kendi nüfuz alanlarına sahip olmak isteyen ABD ve AB gibi “uluslararası aktörler”in de işine geliyordu. Öyle ki, Kosova’nın bağımsız olmasının özellikle ABD, NATO ve AB açısından adeta bir zorunluluk olduğu bile söylenebilir. Zira her ne kadar Sırbistan’ın üstüne çok fazla gidilmemesi gerektiği alttan alta söylense de, Srebrenica katliamını “soykırım” olarak niteleme tutumunda açıkça görüldüğü gibi, Kosova’nın bağımsız olması gerektiği yönündeki cesaretlendirici tutumda tartışmalı NATO müdahalesini geriye dönük olarak aklama ve o vesileyle uluslararası hukuk literatüründe dolaşıma sokulan “insanî müdahale” kavramına sahip çıkma isteğinin etkisi göz ardı edilemez. Öyle ya, “büyük acılar çektikleri için yardımına gidilen” Kosovalıların bağımsızlığının “uluslararası toplum”dan destek görmemesi düşünülemezdi. Öte yandan, BM Eski Yugoslavya İçin Ceza Mahkemesi tarafından bu amaçla değilse bile bu amaca hizmet eder şekilde verilen “soykırım” kararına (2004) rağmen Srebrenica katliamının hukuksal-siyasal sorumluluğunun Sırbistan dâhil hiçbir siyasi birime atfedilmemesi (UAD, 2007) de dikkat çekici. Bu kararlarla elleri güçlenen NATO ve AB’nin talep edilen savaş suçlularının yargılanması konusunda işbirliği yapması karşılığında Sırbistan’a hızlandırılmış AB üyeliği önermesinin arkasında fazla hırpalanmaması gerektiği düşünülen bu devlete/topluma onurlu bir çıkış sağlama arayışı bulunduğuysa aşikâr. Tıpkı Kosova konusunda Sırbistan’ın yanında yer alırken Rusya’nın tek derdinin kültürel müttefikini kollamak ve/veya uluslararası hukukun yerleşmiş kurallarına sahip çıkmak olmaması gibi.

Tam da bu noktada, Sırbistan’ın ve Rusya’nın Kosova’nın bağımsızlığının ve bunun Batılı ülkeler tarafından tanınmasının Pandora’nın kutusunu açacağı yönündeki hatırlatmaları tabii ki anlamlı ancak böyle bir domino etkisinin bizzat Rusya tarafından ne kadar istenir olduğu da tartışmalı. Zira her ne kadar Kafkaslar’da Abhazya, Güney Osetya gibi bölgelerde ayrılıkçıları destekler görünse de, Çeçenya örneğinde görüldüğü gibi imparatorluk döneminden elde kalanları koruma arayışında olan Rusya’nın uluslararası topluma yeni devletler katılması trendine pek sıcak bakamadığı ortada. Rusya’nın bu vesileyle AB çevrelerine karşı tehditkâr bir şekilde adını andığı tek ciddi “koz” (daha doğrusu, blöf unsuru) belki de KKTC ama AB yetkililerinin her durumun kendi özelliklerine uygun olarak yani siyaseten ele alınması gerektiğini vurguladıkları da bir gerçek.[3] Kaldı ki, ABD ve AB açısından NATO’da ortaklık yaptıkları eski büyük güç Rusya’yı küstürmeyecek bir çözüm bulmak belki tercih sebebidir ama mevcut konjonktürde devletler ailesine kimlerin katılacağını ve hangi bağımsızlık ilanının fiiliyatta bir anlamı olacağını belirleme gücünün kendilerinde olduğunu bilmiyor olmaları -hem de her daim tüm dünyaya hatırlatırlarken- olanaklı mı?

Tüm bu örnekler aslında ortaya basit bir resim çıkarıyor: Devlet olmanın ve devlet olarak tanınmanın çeşitli hukuksal ölçütleri pekâlâ olabilir ve aslında var da. Fakat devlet olmak var, devlet olmak var. Fiilen devlet muamelesi görmek yani devletler ailesinin uluslararası örgütlerde oy kullanabilen, temsilcileri kırmızı halılarla karşılanan, ticaret yapabilen, uluslararası spor müsabakalarına ve eğitim faaliyetlerine katılabilen, uluslararası ulaşıma doğrudan eklemlenebilen bir ferdi olabilmenin asıl koşuluysa “uluslararası toplum”un olurunu alabilmek. Belki de söylenmek isteneni en iyi örnekleyen Tayvan’ın durumu. Çin faktörü nedeniyle resmen devlet olarak tanınmayan Tayvan, dünyanın hemen hemen tüm devletleriyle pek çok tanınmış devletten daha yoğun siyasi, ekonomik, ticari ve beşeri ilişki içerisinde.

Baştaki temel soruya dönerek bitirelim: Devletler insanların sorunlarına çözüm bulmak iddiasında olduklarına göre, ya da bırakalım devletlerin bu meşrulaştırma iddiasını, insanlar için asıl olan gündelik yaşamlarını düzenleyecek örgütlenmeler ve yapılanmalar olduğuna göre, siyasi oluşumların bağımsız olup olmamasından ya da devlet olarak tanınıp tanınmamasından çok daha can alıcı sorunlar yok mu ortada? Devlet olma, devlet olarak tanınma iddiası açısından bakıldığında, bu sürecin sorunlara ne ölçüde çare olduğu/olabileceği sorgulanmaya muhtaç değil mi? “Millet” adına uygulanan baskıcı devlet politikalarına tepkiyi bir adım öteye götürerek insanların doğuştan gelen özelliklerini insanca/özgürce/dışlanmadan yaşayabilmesinin tek yolunun “kendi” devletlerine sahip olmak olduğunu savunan ayrılıkçı politikalar, itiraz ettikleri sistemin ne kadar uzağında durmakta? Etnik-dinsel milliyetçiliğe dayalı tercihleriyle şikâyetçi oldukları yekpareleştirici politikaları tersinden ama nihayetinde bir şekilde yeniden üretmiyorlar mı?[4] Dahası, “uluslararası toplum”un desteğinin tamamen duygusal nedenlerle alındığına inanmak -ya da inanıyormuş gibi yapmak- pragmatizmin sınırlarını bile zorlamıyor mu?

Yine, bir “devlet”i tanıma ya da tanımama (hatta kimi zaman o ismiyle değil de şu ismiyle tanıma) konusunda bunca tartışmaya giren devletler de o siyasi coğrafyada yaşayan yani bu tartışmayı adına yaptıklarını söyledikleri insanların bu tartışmaya neden olduğu iddia edilen asıl sorunlarını (zamanla) gözden kaçırıyor olabilirler mi? Doğrudan Avrupa’ya uçamayan, uçsa da gittiği ülkeye kendi kimliğiyle giremeyen, girse de AB eğitim programlarından yararlanamayan sıradan bir Kıbrıslı Türk’ün Avrupa Birliği için anlamı nedir? Tek sorun devlet olarak tanınmamaları mıdır? Ya da “uluslararası toplum” tarafından kabul görmeyen KKTC’yi tanıyan ve tanıtmak isteyen Türkiye, Kuzey Irak’ı gerektiğinde elektriği ve suyu kesilebilecek olanların yaşadığı coğrafya olarak görebilir mi? Daha dün Sovyetler Birliği’nden ayrılarak dış, renkli devrimle de iç self-determinasyon hakkını kullandığını söyleyen Gürcülerin sınırları içindeki Osetlere ve Abhazlara bakışına mı şaşmalı yoksa Çeçenlerden esirgediğini Osetlere ve Abhazlara vadeden Moskova’ya mı? Kosova için “bağımsızlık, sonunda” diyen Batı dünyasının ve saygın medya kurumlarının “isyankâr” buldukları Osetler ve Abhazlar’a kanının bir türlü ısınmamasına hiç değinmemeli o zaman. Peki ya devlet olma hakları her daim tekrarlanan ve fakat nasıl bir devlet olacakları konusunda bir türlü karar veremeyen uluslararası sistemin karar alıcılarının da etkisiyle daha kurulmadan neredeyse ikiye bölünen Filistinliler ne olacak?

Devlet olmak ya da olmamak… Bir devlete sahip olmak ya da olmamak… Bir “devlet”i tanımak ya da tanımamak… Bütün mesele bu mu?

Dipnotlar

[1] Nitekim bir şekilde varlıkları kabul edilse bile Rusya, Osmanlı, Japonya ve Çin gibi devletlerin “uluslararası toplum”a “eşit” bir üye olarak katılmaları sürecinde de aslında bir şekilde “tanıma” mekanizmasına başvurulmuştu. İki dünya savaşı gibi ciddi kırılma ve yeniden yapılanma dönemlerinde sisteme kabul edilme ayrıcalığına kavuşanlar açısından da “tanınma” belirleyici olmuş, tâbi oldukları vesayet sistemi nedeniyle egemen ve bağımsız siyasi otoriteler ol(a)mayan ülkeler ironik bir şekilde “egemen ve bağımsız bir siyasi otoriteye sahip olmadıkları” gerekçesiyle sömürge veya manda/vesayet olarak tanınmıştı.

[2] Örneğin, Abhazya, Güney Osetya, Çeçenya, Kosova.

[3] “Kosova'yı tanıyan KKTC'yi de tanır” Radikal, 11 Şubat 2008. Türkiye’de “Kosova’yı tanıyabiliriz ama Kuzey Irak ayrı mesele” şeklinde dile gelen tutumu da not etmek gerek.

[4] Özellikle bkz. Kadir Cangızbay, Globalleş(tir)me Terörü, Ankara, Odak Yayınevi, 2003.

 

ana sayfa