Ya Zihni İzolasyonlar? Bir İmkân(sızlık) Olarak Kıbrıs
Uluslararası İzolasyonlar Sempozyumu, 24-25-26 Kasım 2011,
Lefkoşa-KKTC (Birikim Güncel, 1 Aralık 2011).
“İnsanlar ve toplumlar, birbirlerine tahakküm
etmeden ve eşit imkân ve haklardan yararlanarak kendilerini özgürce
gerçekleştirebilsinler” şeklinde ifade edilebilecek genel bir ilkeden hareket
edildiğinde, örneğin Kuzey Kıbrıs’a uygulanan türden insanî ve toplumsal
izolasyonların herhangi bir şekilde kabul edilebilir olduğunu söylemek mümkün
değil. Ortada gayri-insani, daha doğrusu adalet duygusunu ve vicdanı rahatsız
eden bir durum var. Beylik bir klişeye sarılarak söylemek gerekirse, “hele
yaşadığımız şu çağda” insanların bir kısmının global köy tarafından yok
sayılması açıklanacak gibi değil. Öyle ki, en keskin izolasyon yanlıları bile
işin insani boyutunu “her durumda alınması gereken siyasi önlemlerin kaçınılmaz
yan etkisi” olarak açıklamak/gerekçelendirmek durumunda kalmakta. Bu da
gösteriyor ki, izolasyonları meşru görenler açısından bile durum aslında haklı
siyasi hedeflerin elde edilmesi için katlanılması/ödenmesi (ya da, tecrit
edilenlerin siyasi tercihleri nedeniyle katlanması/ödemesi!) gereken mecburi
insani ve toplumsal ödünler/bedeller.
Siyasi tarafların genel tutumlarını da ifade eden bu genel tespitler bir yana,
burada yanıtını aramaya çalışacağımız ve aslında sorgulayacağımız önemli bir
nokta daha var: İzolasyonlar özelinde Kuzey Kıbrıs’ın insanî ve toplumsal açıdan
yok sayılmasını neden karşı çıkıyoruz? Kuşkusuz bu sorunun pek çok yanıtı var
ama bu çalışmanın ana sorunsal şeklinde kodlayarak merkeze alacağı hareket
noktasına göre, temel sorun, bir insan grubunun/toplumunun bir diğeri ve hatta
neredeyse tüm diğerleri tarafından yok sayılması, varlığının reddedilmesi, en
temel ihtiyaçları ve beklentileri itibariyle bile tecrit edilmesi, mahrum
bırakılması ve aslında alenen horlanması. Buysa, insanların/toplumların kendi
varlıklarını özgürce yaşamalarının, gerçekleştirmelerinin ve geliştirmelerinin
engellenmesine, iradelerinin yok sayılmasına işaret etmekte. Bir başka deyişle,
insanların/toplumların insan/toplum olmaklıklarını benzerleriyle temasa geçme
imkânları açık kalacak şekilde yaşama özgürlüklerinin ve iradelerinin
kısıtlanması ve hatta yok sayılması sorunsalından bahsediyoruz. Bahsettiğimiz,
söz konusu insan grubunun/toplumun dışlanarak ve tecrit edilerek topyekûn
tahakküm altında tutulması, yani fiilen ayrımcılığın en keskin ve kurumsallaşmış
ifadelerinden olan sömürge haline benzer bir varoluş haline ve yaşama mahkûm
edilmesi. Kuşkusuz, sömürge uygulaması, doğrudan bedenleri de içerecek şekilde
topyekûn fiili bir tahakküm biçimiydi. Kuzey Kıbrıs ise izole edilmiş durumda.
Fiili bir baskıdan ve hatta yok etmeden ziyade varlığını görmeme ve yok saymadan
kaynaklanan bir baskı var ki, bu, bir yandan kendi halinde/çapında/içinde
“serbest” bir yaşam alanı kurma imkânı sunar gibi gözükse de, sonuçları yani
yarattığı mahrumiyet/dışlanmışlık duygusu, toplumsal travmalar ve tahribatlar
açısından ortada ciddi benzerlikler de bulunmakta. Zira her durumda bir
“özgürlük” yoksulluğu/yoksunluğu söz konusu olan. Oysa insan toplumsal bir
varlıktır ama toplum da toplumsal bir varlıktır! Yekdiğeriyle ilişkisi kendi
iradesi dışında/hilafına engellenirse ne kendisi özgür bir toplum olabilir, ne
de toplumu olduğu insanlar özgür birer insan. Buradan bakıldığında, Kuzey
Kıbrıs’ın mevcut durumu, ya da şöyle söylemeli, Kuzey Kıbrıs’ın mevcut
cendereden kurtulma arayışı bir anlamda bir sömürgesizleşme, özgür bir toplumun
özgür insanları olma arayışıdır.
Kuşkusuz böyle kodlanan bir arayış da pekâlâ farklı yöntemlerle ve farklı amaç
ve hedeflere matuf olacak şekilde kurgulanabilir. Bu çalışmada, “sömürge
hali”nden kurtulma arayışlarının en özgün ve etkili düşünürü olan Fanon’un
yaklaşımından yola çıkarak şöyle bir önerme ortaya atılacak: Tecrit edilerek yok
sayılmayı da içerdiği pekâlâ söylenebilecek “sömürge hali”nden kurtulmanın tek
yolu vardır; o da bir kavram, bir düşünce biçimi ve bir siyaset olarak “sömürge
hali”nden kurtulmak. Daha açık bir deyişle, tek anlamlı ve sonuç getirici hedef,
söz konusu insan grubunun/toplumun “sömürge hali”nden kurtulmasından ziyade bunu
da kapsayacak şekilde insanlar arası bir ilişki biçimi olan “sömürge hali”nden
kurtulmaktır. O zaman hedef, daha da somuta indirgersek, Kuzey Kıbrıs’ın
tecritten ve yok sayılmasından kurtulmaktan ziyade (krizi fırsata çevirerek!)
bunu da temin edecek şekilde tecridin, yok saymanın, tahakkümün, eşitsizliğin,
mecbur ve mahkûm kılmanın, insansızlaştırmanın, kişiliksizleştirmenin, iradesi
yok sayılmanın, anlamsızlaştırmanın, tâbi kılmanın, hor görmenin ve aşağılamanın
insanî ve toplumsal tahayyülden ve pratikten tecrit edilmesidir; ya da öyle
olmalıdır! Zira, sömürge hali ve/veya tecrit, ancak sömürge hali ve/veya tecrit
kökten reddedildiğinde tecrit edilir. Tecrit edilmiş olmaya itiraz, ancak bir
kavram ve pratik olarak tecride itiraz edildiğinde anlamlıdır ve başarılı
olabilir.
Buysa, “güzel günler”in ancak burada ve şimdi inşa edilirse gelebileceğini
işaret eder. Ya da şöyle diyelim: “Güzel günler”i güzel yapan/yapacak olan her
ne varsa, ancak burada ve şimdi tahayyül edilmekle, yaşama geçirilmekle ve var
edilmekle mümkündür/mümkün olur. “Güzel günler”i güzel yapanlar/yapacak olanlar
burada ve şimdi inşa edilmezse, belki güzel günler gelebilir, ama ancak sadece
şimdinin tecrit edilenleri için.
Bu durumda, Kuzey Kıbrıs, “güzel günleri” güzel yapacak olan düşünce ve eyleyiş
biçimini önce kendisi tahayyül, idrak, inşa ve ifa etmezse, “güzel günler”in
aslında olmadığı bir dünyada kendi güzel günlerinin peşine düşenlerden birisi
olur çıkar. Tıpkı tecrit olmamayı Kuzey Kıbrıs’ı tecrit etmek sayesinde/pahasına
sağlayanlar yani kendisini tecrit edenler gibi. O zaman, talep ettiği ve peşinde
koştuğu “güzel günleri” burada ve şimdi inşa etmeyen Kuzey Kıbrıs, tecride değil
tecrit edilmeye karşı çıkıyordur ve tam da bu nedenle tecrit edildiği kadar
tecrit de ediyordur. Zira tahakkümü, horlamayı, yok saymayı ve dışlamayı bir
bütün olarak reddetmekten ziyade tüm bunları kendisine yönelik olduğu biçimiyle
elimine etmenin peşine düşmek, hele mevcut dünya/insan algıları açısından
bakıldığında, “güzel günleri” pekâlâ başkalarının hilafına yaşayabilme sonucu
anlamına da gelebilir. Ki Kuzey Kıbrıs’ı kuzeyden ve güneyden, batıdan ve
doğudan tecrit edenler de tam da bunu yapıyor! Kimisi toplumsal olarak kimisi de
siyasi olarak yok sayıyor Kuzey Kıbrıs’ı.
Rumların, ama daha çok da kendi içindeki Anadoluluların, Surlariçinin,
garasakalların, gacoların, ficaların, ucuz işçilerin, kökü dışarlıklı sabi
ilkokul öğrencilerinin, koyu tenlilerin ve şalvar giyenlerin horlandığı, haklı
varoluş ve direniş mücadelesinin öyle ya da böyle kurbanları/edilgen sembolleri
kılındığı, ya da örneğin eşcinseller bağlamında olduğu gibi sorunları görmezden
gelinerek tüm bu büyük sorunlara feda edilenlere ev sahipliği yapan bir
coğrafya, “izolasyon” kavramına gerçekten karşı çıkıyor olabilir mi? Ya da şöyle
söyleyelim: İzolasyonlara kendi içindeki izolasyonları koruyarak ve hatta yeni
izolasyonlar inşa ve imal ederek direnilebilir mi? İnsanların ve toplumun
benliklerini ve kişiliklerini özgürce inşa etme, dönüştürme ve hatta geliştirme
açısından hiçbir sınırlamaya, engele ve tecride tabi kılınmaması, dolayısıyla
aşağılanmadan, horlanmadan, dışlanmadan, yok sayılmadan kendilerini diledikleri
gibi gerçekleştirmeleri ve yaşamaları anlamında eşit imkânlara sahip olması
esassa, bu hedefe birileri izole edilerek ve onlar hilafına ulaşmak mümkün
müdür? Esas/tek/ana özne olduğunu iddia eden birilerinin nesnesi olmaktan
kurtularak özne olmak isteyen bir insan/toplum, kendi nesnesini kurgular ve inşa
ederse, talep ettiği anlamda bir özne olabilir mi? Bu öznelik hali, canhıraş
karşı çıkılan mevcut öznelik hallerinin çok mu uzağına düşüyor?
Ya Güney Kıbrıs’ın anaakım politik, insani ve toplumsal duruşlar itibariyle
benimsediği ve haklı olarak itiraz ettiğimiz dışlayıcı duruştan farkı nedir
bunun? Ya Türkiye siyasetinin “koruyucu-kollayıcı” pratiklerinden farkı? Her
derde deva AB’nin incelikli, her daim rasyonel ve kendi içinde tutarlı
mevzuatseverlerinden hiç bahsetmeyelim o zaman? Sahi, neye itiraz ediyordu Kuzey
Kıbrıs? İnsanların ve toplumların kişiliklerinin ve iradesinin yok sayılmasına!
Başlığın ikinci kısmının vurgulamaya çalıştığı gibi, Kıbrıs aslında hem bir
imkân hem de bir imkânsızlık! Belki “çözüm” olur. Hem de Kuzey Kıbrıs’ın genel
olarak memnun edecek şekilde. Ya zihinlerdeki tecritler, izolasyonlar? Kuzey
Kıbrıs’a reva görüleni, reva görenlere inat toplumsal tahayyüllerden çıkarmak
değil mi esas olan? Hani demişti ya Fanon, sömürgeleştirilen sömürge fikrine
itiraz etmekten ziyade “yırtmaya” ve bunun için sömürgeleştirenlerden olmaya can
atar diye. Öykünür onlara, onlar gibi olmak ister diye. Haydi uyarlayalım: İzole
edilen çareyi başkalarını izole etmekte mi bulur acaba? Tecrit ettikçe kendi
tecridini kırabilir mi insan/toplum? Tecrit edilmesinin tüm vebalini
yüklediklerini tecrit ederek kırabilir mi bu döngüyü? Peki, bırakalım
tecritleri, herhangi bir derde çare olabilir mi böylesi yaklaşımlar?
Hem bu sadece Kuzey Kıbrıs’ın sorunu da değil! Zira eğer Fanon’un dediği gibi
sömürgeleştiren aslında kendisini de sömürgeleştiriyorsa, yani tecrit eden
aslında kendisini de tecrit ediyorsa, önümüzdeki imkân sadece Kuzey Kıbrıs için
de değil. Kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına herkes için bir imkân Kuzey
Kıbrıs. Aynadaki yüzüne bakmamaya yeminliler kol kanat gererek ve iradesinin
üstüne konarak, Kuzey Kıbrıs’ın yüzüne ve oradaki kendi suretine bile
bakmayanlarsa alenen yok sayarak tecrit etti bir insani/toplumsal coğrafyayı.
Kuzey Kıbrıs’ın iradesini tecrit edenlerin de ihtiyacı var Kuzey Kıbrıs’ın her
türlü tecridi kıracak iradesine. Hem Kuzey Kıbrıs’ı, hem de iradelerini tecrit
edenleri her türlü tecritten ve izolasyondan kurtarma imkânını kullanmak ister
mi acaba Kuzey Kıbrıs? Zira sadece siyasi değil demografik ve insani
haritalardan bile dışlanan Kuzey Kıbrıs, kendi siyasi, demografik ve insani
haritalarını öyle bir çizmeli ki, Kuzey Kıbrıs dâhil kimse bir daha böyle
haritalar çizmesin. Bu kartografik, epistemolojik, insani ve toplumsal zulümler
bitsin.
Zira hedef, izolasyonları, tecridi, tahakkümü, yok saymayı ve tüm bunları
meşrulaştırmayı sağlayan aşağılamayı, horlamayı ve dışlamayı birer kavram ve
pratik olarak yaşamdan silmek. Yoksa, izolasyonlar illa ki kalkar. Siyaseten.
Daha doğrusu idareten…
Erdem Denk
|