Milli Takım - Mecburi Destek, Mecburi Aşk mı?

 

Tanıl Bora (Radikal Futbol)

 

Tantana geçti, şimdi biraz “halimizi” konuşalım... 2002 Dünya Kupasında “Türkiye”nin Türkiye ile ilişkisi yine çok hararetli, delice bir ilişkiydi. Milletçe, halkça, millî takımı nereye koyacağımızı bilemedik. Hayırsız evlâdı “gözüm görmesin seni” diye terslemenin sınırından dönüldü; tıbbi adıyla “delirium tremens”e, yani halüsinasyonlarla dolu sarhoşluk cinnetine varıldı...

 

En azından bu seviyeye ulaşması çoğunlukla beklenmeyen büyük başarının (evet, gerçekten BÜYÜK başarının), “kendi içimizdeki” münafıklara yönelik imâları, ithamları, tacizleri beraberinde getirdiğini gördük. Mustafa Denizli’nin “içimizdeki İrlandalılar” lâfından beri böyle bir kalem var, futbol tartışmalarında: “İç düşmanlara” lâf etmeden, “nasılmış!” diye kostaklanmadan zaferlerin tadı tam çıkmıyor.

 

Bu “münafık” ve “iç düşman” kadrosunu kendi içinde tasnif etmek gerek... Zira ithamların da itham edilenlerin de farklı saikleri, farklı duruşları var. Tasnif edelim. Ve biraz hainlik yapalım!

 

Haklarında “münafık” sıfatını ironiyle değil, ciddi ciddi kullanmakta bence de beis olmayan bir zümre, futbol âlemi içindeki bir muhterisler zümresidir. İstanbul oligarşisinin ya da belirli muktedir adamların lobicisi olarak iş gören ve bu “misyonları” nedeniyle başarısızlık isteyenler... Böyleleri gerçekten vardır ve ben, futbolla alâkalı alâkasız birçok insanın, sırf bu çeşit adamların konuşma şekillerine ifrit oldukları için Şenol Güneş’e destek verdiğine tanığım. Bunlar, zaten memleketin futbol ortamını gün be gün berbat edenlerdir. Geçelim.

 

Ancak geçerken şunu da unutmayalım: Oyun tertibiyle, oyuncu seçimiyle, teknik-taktikle ilgili eleştiri hakkı her zaman herkes için bakîdir. İsabetli eleştiriler de olacaktır, isabetsiz ve “saçma” eleştiriler de. Ağır ve saçma eleştirileri kaldırmak, maneviyat bozucu durumlarla başetmek de futbol profesyonelliğinin bir parçasıdır. Hele eleştirileri “millî davaya ihanet” makamından tepkilerle veto etmeye kalkmak, hiç olmaz. Doğrusu ben, bu makamdan çalındığını işittiğimde, en saçma eleştiriye bile kulak kesilme ihtiyacı hissederim.

 

“Başarıya inanmayanlar, hedefi olmayanlar, mağlubiyeti peşinen kabullenen ufuksuzlar” diye hakkında sayılıp dökülen kategori var, bir de. “Türk insanı”nın yaradılışı ve sosyal muhiti icabı birçok şeyi beceremeyeceği kanaatine, hem “aşağıdakiler” saflarında, hem de kibirli beyaz Türk ortamlarında rastlayabilirsiniz gerçekten. Aşağıdakiler, kendi perişanlıklarını açıklayan bir kader olarak görürler bunu; kâh kendi âcizliklerine kahrederler, kâh “Türk insanı”nın önünün hainlerce, dış mihraklarca, komplolarla kesildiğine dair, devlet katında da paylaşılan derin şüpheleri büyütürler... Beyaz Türkler ise, zaten kendi ayrıcalıklarını, başarısızlığa mahkûm genel halk kitlesinden “başka” oluşlarıyla temellendirirler.

 

Peki, millî takımın başarısı üzerine şimdi bu eziklere ve kötümserlere telkin edilen nedir? “Türk insanı”nın herşeye kâdir olduğuna dair ölçüsüz bir şişinme... ve yine beyaz Türk ideolojisi: “Yo can do it!” muhabbeti... “Verimli” olmayanı, “performansı” düşük olanı değersizleştiren saldırgan bir başarı mitosu... Sanki işsiz insanlar mesela, çaresiz yoksullar, “haydin!” deyip silkinecekler... ve “başaracaklar”. Reklam ideolojisi...

 

Halkımızı başarıyla terbiye etmeye dönük bu böbürlenmeler, bu nasihatler, toplumdaki âcizlik duygularını “anlayacak” hassasiyete sahip olmadığı gibi, insanları gerçekten “silkindirecek”, kendilerini gerçekten değerli görmelerini sağlamaktan da çok uzak.

 

Gelelim, zaman zaman imâ yoluyla yüklenilen bir başka tutuma, “millî duygu noksanlığı” meselesine... “İçimizdeki İrlandalılığın” siyasî boyutu... En başta söylenecek şey: “Türk” olup da Türk millî takımını tutmamak da pekâlâ meşrudur ve haktır. “Modası geçmiş” bir inatçılık olmayabilir bu; gayet anlaşılır nedenleri de vardır. Brezilya’yla oynanan grup maçından sonra Tanju Çolak’ın Koreli hakemin sadece 65 milyon Türkü değil bütün bir Türk dünyasını, sadece onları da değil koca İslâm âlemini yaktığını dinlediğinizde, oturup düşünürsünüz, mesela. Millî takımın başarılarında, “Türkün Türke propagandasının” kendi zirvelerinden aştığını, başka herhangi bir konu konuşmanın imkânsızlaştığını, hiç de hafif olmayan bütün dertlerimiz bununla hallolacakmış gibi manâlar çıkartıldığını gördüğünüzde, bir duraklarsınız. Hele “millî zaferi” alkışlamanın, onunla sermest olmanın tacizkâr biçimlerine tanık olduğunuzda, tahammül edemeyebilirsiniz. Bu akıl tutulmasına ortak olmak istemeyebilirsiniz. Çok insan biliyorum, Türkiye’nin galibiyetine çok sevinen, kutlamak isteyen, ama bu “ortamdan” sıtkı sıyrılan, veya “düşman üstüne” sallar gibi bayrak sallayanların eğlenmekten çok yağmaya gidiyora benzeyen konvoylarını görüp “kalsın” diyen... Tekrarla: Millî takımı tutmamak, meşrudur ve bir temel haktır.

 

Millî takımla coşmayanları, “ruhu kararmışlıkla”, “keyif almayı bilmemekle”, “duygusal kasılmışlıkla” damgalayanlar oluyor. Düğünde “oynamayan” nazlılara yapılan muameleye tabi tutuyorlar, bangır bangır “Gördün mü?” şarkısı çalarken bayraklarla göbek atanlara soğuk nazarlarla bakanları. Milliyetçi histeriden duyulan rahatsızlığı, kaygıyı anlayanlar, paylaşanlar arasında da var, sevinmeyenlere ya da “mesafeli sevinçlere” bozulanlar. Fakir ve mutsuz insanların bir iki günlüğüne de olsa kendilerinden geçmelerini, coşmalarını, yüzlerinin gülmesini bir kazanım olarak düşünüyorlar. Belki de hakikaten öyledir. En azından kimileri için kesinlikle öyledir. Yok muydu, bayrak bahane, sahici karnaval havasına girenler? Vardı! Millî bağnazlığın karşısında muhalif bağnazlığa da kapılmamak lâzım: Neşesini bulanın safası olsun! Lâkin eğlenme, coşma üslûplarındaki kısıtlılığa dikkat çekenlere de kulak verelim. Bakınız: Ece Temelkuran’ın 24 Haziran’da Milliyet’te “eğlence” adına sadece milliyetçilik tezahüratı yapanlardan söz eden yazısı: “Anca işte ‘en büyük Türkiya! Başka büyük yok!’ Ee? Sonra?”

 

Sahici futbolseverseniz, bizzat oyun kurgusu, takımın havası, oyuncuların hal ve tavırları nedeniyle de “benim takımım değil” diyebilirsiniz millî takıma. Gruptaki ilk iki maçında, avara kasnak oyunuyla, oyuncuların saha içindeki ve dışındaki sevimsiz agresiflikleriyle, hiç de kolay benimsenecek bir takım değildi Türkiye. Japonya ve Senegal maçında ise, hem oyun aklıyla, maça asılışıyla, hem de oyuncuların –hiç değilse sahada- asgarî nezaketle davranmalarıyla, “tarafsız” gözler için de sempatik hale geldi. Türkiye’ye grupta kötü gözle bakan, Japonya maçından itibaren ise desteklemeye başlayan birçok futbolsever tanıyorum. “Başarı mitosuyla”, skora baktıkları ya da “milletçe başarıya susadığımızı” düşündükleri için değil, futbol değerleriyle baktıkları için böyle yapıyorlardı. Çok daha kıymetli bir destek değil mi bu?

 

Öte yandan, Türk millî takımını millî/milliyetçi “biz” duygusundan farklı bir “biz” duygusuyla sahiplenenler de var. Millî takımı, Ümit Kıvanç’ın deyişiyle, “bizim mahallenin çocuklarından” oluşan bir takım olarak gördükleri için... Büyümesini izlediğimiz, nice enstantanesine tanık olduğumuz, tuttuğumuz takımlarda oynayan bildik, tanış topçuları futbolun en parlak vitrininde görmenin muhabbeti, dayanışma duygusu... Bana kalırsa, çok daha “temiz” bir sevme biçimi.

 

“Top bir dünyadır” ve o topla birlikte karmaşık bir duygular yumağı da oradan oraya yuvarlanır durur. Birçok insan, bahsettiğimiz bu duygular arasında gidip gelmedi mi şu bir ay boyunca? Sadece sevmek-sevmemek, sevinmek-sevinmemek değil; nasıl sevmek, nasıl sevinmek...? Tebrikler ve geçmiş olsun, “Türkiye”...

 

 

“İLHAN MANSIZ ALTIN GOLÜ ATTIĞINDA NEREDEYDİN?”

 

Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin kısa ömrünün belki de en şanlı ânıydı: 1974 Dünya Kupasında Sparwasser’in “düşman-kardeş” Batı Almanya’ya attığı galibiyet golü. Ve Doğu Almanya’da yıllarca “ortaklık duygusunun” en sağlam kerteriz noktası oldu, şu sual: “Sparwasser golü attığında neredeydin, ne yapıyordun?”

 

Ben, İlhan Mansız golü attığında Hollanda’daydım. Ne günlerdi! Anlatayım...

 

Dünya Kupası’nın çeyrek final günlerinde, seferîyiz; Hollanda’da, Amsterdam’ın azıcık güneyindeki Leiden şehrinde Türkiye’nin sosyal ve siyasî tarihinin didiklendiği bir akademik toplantıdayız. Bereket toplantıyı düzenleyenler “duyarlı” insanlar –onlara selâm olsun-, Türkiye-Senegal maçının oynanacağı saatteki oturumu akşamüstüne erteliyorlar.

 

Ve maçı, yaklaşık 25 kişilik bu akademik cemaatle bir İngiliz pub’ında seyrediyoruz. Kafile başkanı, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” kitabıyla tanınan Erik Jan Zürcher; Türkiye’den hürmetli profesörler, öğretim üyesi takımı, doktora öğrencileri... “Maç için toplantı ertelenir miymiş?” diye bozuk atmış olanlar bile –isimleri lâzım değil- Türkiye’yi tutuyorlar. Bazıları, yaklaşık yarım saatlik seyircilik kariyerleriyle, Hakan Şükür’ün behemahal çıkması gerektiğine dair tam yetkili açıklamalar yapıyorlar.

 

Pub’da yaklaşık on kişilik bir Senegalli grubu da var. Yarısı ceketli gömlekli amcalar, yarısı formalı-eşorfmanlı delikanlılar. Senegal’in yüklendiği kısa periyodda havalara fırlıyor, haykırıyorlar. Sonra, suskunluk, surat asıklığı... Onlara yakın oturuyor, sohbet ediyorum. “İçimizdeki Senegalli”  - o benim işte! Diouf’un falan doğru telâffuzlarını öğreniyorum. Orta sahayı kuvvetlendirmek için, İsveç maçındaki performansıyla dikkat çeken Amdy Faye’ı oyuna almanın iyi olacağını söylüyorum. Katılıyorlar.

 

Devre arasında sohbetinde, siyah amcalara, kim kazanırsa kazansın ilk kez bir Müslüman memleketin Dünya Kupası yarı finaline çıkmış olacağını hatırlatıyor bir hocamız. Hararetle onaylanıyor. Ben ekliyorum: “Ve biz bunu bir İngiliz pub’ında bira içerek izliyoruz!” Gülüşülüyor.

 

Bir de Alman var, “bütün iyi hareketleri alkışlarım ama ilke olarak Türkiye’yi tutarım” diyor. “Ben o kadar şiddetle tutamıyorum, memlekette esen şoven havalar beni bundan alıkoyuyor” diyorum. “Bilmez miyim,” diyor, “Ben de aynı nedenle Almanya’yı tutmuyorum zaten.”

 

Senegallilerin yüzü ikinci yarıda iyice düşüyor. Bireysellikten, yavaşlıktan, aptallıktan yakınıyorlar. Diouf’un bu maçta “Senegal Hakan Şükürü” işlevi gördüğünü söylüyorum, gülerek onaylıyorlar.

 

Türkiye galibiyeti uzak ara hak ediyor. “İçimizdeki Senegallilerin” bile gönlü kayıyor artık. Golü ayağa fırlayarak alkışlıyoruz, hürmetli hocalar gülüyor, bağırıyorlar. Senegallilerle teselli mahiyetinde kucaklaşıyoruz. Biri, Türkçe olarak, “bizde kısmet yok” diyor!

 

Bu futbol muhabbeti, 2002’den yanımıza kârdır.

ana sayfa