Şikayetçi
Olmak
Efendim,
futbolsever modelleri dahil memleketin pekbilmiş (duruma göre pekeğitimli,
duruma göre pekyetenekli, duruma göre pekbeyaz) ahalisinde epeyce yaygın olan
şöyle bir kanı/tavır var: Bu tribünler var ya, eeee, bilgiden, sanattan, estetik
zevkten ve hatta -çoğunun doğrudan söylemeye dili varmasa da- insanlıktan
nasibini pek almamış bir güruhun iki haftada bir uğramadan edemediği
mekanlardandır. Onun üçün, 1970’lerin moda lafıyla, “hâlk”ın akın ettiği bu
yerlere “vatandaş”ların ve onlara ait zevk, eğlence ve davranış şekillerinin
uğraması uygun değildir. Tamam, artık nasıl olduysa bu mezbelemsi yerlere
gönlünü kaptırmış, maalesef kendine yazık eden kimi istisnalar belki vardır ama
onlara olsa olsa sessiz sedasız bir kenarda oturmak düşer. Ya da kim bilir belki
de onlar da (bir avuç “enteresan” entelektüel müstesna!) bastırdıkları duygu ve
davranışlarını fışkırtmak için böyle bir vesileye ihtiyaç duymaktadırlar. Amaaan,
her neyse ne, bizden uzak dursunlar ve de biz de oralardan uzak olalım da, ona
da şükür.
Durum böyle kodlanınca, ne desek boş aslında. “Orası” besbelli ki “böyle”
insanlara göre değil. Hadi diyelim ki haklılar (ki zinhar haklı değiller!)… Peki
bu kadar modernizmin içinden konuşan “böyle” insanların hayat felsefesi nedir?
Hayatı güzelleştirmek mi? Dünyayı daha yaşanır kılmak mı? Kendi bilimsel,
estetik duruşlarını insanlarla tercihan insanların gözüne sokmadan paylaşmak mı?
Bilimse bilim, sanatsa sanat, artık neyse “iş”leri onu tercihan insanlara
tepeden bakmadan, ukalalık yapmadan, olduğu gibi ulaştırarak bir farkındalık
yaratmak mı? Hülasa, kendi “incelikli” niteliklerini toplumun her katmanıyla,
her alanıyla paylaşmak mı?
Peki, diyelim ki öyle (ki tercihan olabilir!), bunu kerameti kendinden ve biraz
da medyanın tribünü nasıl kodladığından menkul olmak üzere “şöyle” yerler bizim
için uygun da “böyle” yerler değil şeklinde mi yapmaları lazım illa? Tribünde
bir sanat gösterisi ya da bir müzik dinletisi mi istediniz, “valla mirim, o iş
zor be”… Niye? “İşte… orası bize uymaz, daha doğrusu biz oraya uymayız!” Eh,
doğru söze ne denir ki!
Bütün bunları niye yazıyorum: Malum, haydigencler.com’un yayın hayatına
başladığını duyuran kısa bir el ilanını maratonda bir etkinlikle dağıtmaya karar
verdiğimizde pantomimci aramaya koyulduk. Bulmak bir hafta on gün sürdü, ikna
etmek de bir hafta on gün. Bir taraftar oluşumu yememiş içmemiş pantomimci
aramış, felsefesi ışığında futboldaki kirliliği en iyi sessiz çığlıklarla
protesto edebileceğine inanmış, size ulaşmış. Ama olmaz, şimdi de sizi ikna
etmek zorundayız. Telefondaki sanatçı sesi aynen şöyle diyor: “Ama nasıl olur?
Tribünde?! Emin misiniz? Gerçi ben hiç maça gitmedim ama… Yok yok, bence bir
yanlışınız var. İsterseniz size bir palyaço gösterisi yapalım. Hem daha çok
uyar.” Bir tiyatro sanatçısı olmak sebebiyle pantomim eğitimi de almış ve dahası
Allah bağışlasın pantomim de yapabilen telefondaki ses -kendisine de dediğim
için buraya aynen aktarmakta sakınca yok- sanki aldığı sanat eğitimini pek
içselleştirememiş gibi sanatını icra edeceği yerler arasında besbelli ki
kendince ayrım yapıyor: “Şöyle” yerlerde olur ama “böyle” yerlerde olmaz demeye
getiriyor. Ama malum, ordaydınız, oldu, büyük ölçüde dil dökme sayesinde, kısmen
de “amaaaan sen de, parasını versinler, ben de işimi yapayım da anlayan anlar”
diyerekten.
Efendim, bu sahne daha on gün önce tekrarlandı. Sezonun ilk maçında tribünde bir
müzik ziyafeti yapabilir miyiz diye kıyısından tanıdık bir sanatçı üzerinden
kendisine ve/veya onun da tanıdığı birkaç sanatçıya böyle bir teklif götürme
gafletinde bulundum. Neredeyse hiç maça gitmemiş, tribün ortamından sanatçı gözü
korkmuş sanatçı arkadaş telefondaki pantomimciyle hemen hemen aynı dili konuştu.
Yetmedi, ekledi: “Biz artık belli bir seviyede sanatçıyız, televizyondan şu ve
şu gibi seviyeli müzik programlarında çalıyoruz, bilmemkimlerin arkasında
çalmışlığımız var, hatta aramızda stüdyosu olan, bir-iki kaset bilem çıkarmışlar
var vs. Ama siz illa ısrar ediyor ve olur, olsun diyorsanız, tamam. Yalnız
biliyorsunuz ücretlerini vermeniz lazım…”
Efendim, yaptığı “iş”i izlemeye talip olanlara bu kadar seçici ve tepeden bakan
bilim, ilim ve sanat erbapları kendi işlerine saygı duy(dur)duklarını sanırken
aslında tam da tersine kendi işlerine epey bir saygısızlık yaptıklarını fark
ediyorlar mı dersiniz?
Her şey bir yana, işin en azından şu kulunuz açısından en acı veren kısmı ne,
biliyor musunuz? Hani, ücretten önceki aşamada dil döktürüyorlar dedim ya, işte
tam da orası! “Yok abi olur mu, valla Gençler tribünü farklıdır, efendi
insanlardır, hani bir sürü okumuşu filan da vardır, hakemin ibne değil de acemi
olduğunu sanırlar, rakip takımı alkışlarlar, bayanlarla uzun saçlı erkekler
gırla gider, devre arasında filan millet kitap-gazete okur, ha bir de bak şunlar
da var bizim tribünde, gerisini sen düşün artık. Valla, sizin yüce sanatınızı
kısmen da olsa anlayacak ya da en azından göz ucuyla ve sırıtmamaya gayret
ederek izleyecek seviyeli bir tribün orası” diyesi olmam. Oysa biz, kuruluş
ilanında aynen şöyle yazmıştık: “Futbol sevgisine dayanan takım taraftarlığı,
hayatın hemen hemen her alanında olduğu gibi, bir ‘oluş’ halidir; ‘görünüş’ hele
hele ‘gösteriş’ hali hiç değil…” Ama maalesef bir “anlatış” hali ol(durul)uyor
böyle durumlarda. Aslında olmaya çalıştığınız şeyi zaten olmuş gibi davranmaya,
anlatmaya itiliyorsunuz; sanki mümkünmüş gibi!
Ki ne demişti şair:
Artık söz sarhoş edemiyor beni,
ne başkasınınki, ne kendiminki. |