Ortadoğu’da Jeo-İnsani Bir Kaynak: Su

28 Eylül 2006yazar Erdem Denk

Ortadoğu’da Jeo-İnsani Bir Kaynak: Su

Adettendir, çoğu üniversitede iktisat dersleri genelde “kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar sınırsız” mottosuyla başlatılır. Bunun doğru olduğu, daha doğrusu akla yatkın geldiği (maatteessüf?) düşünülür. Ancak, bu genel kabule verilen/verilebilecek en özlü yanıt Mahatma Gandhi’den gelmiştir: “There is enough for everyone’s need, but not for anybody’s greed” (herkesin ihtiyacına yetecek [kaynak] var, ama bir kişinin bile ihtirasına yetecek kadar yok).

İki farklı dünya görüşünü yansıtan bu iki deyiş, pek çok küresel, bölgesel ve yerel soruna bakış açımızı şekillendirebilir. Doğal kaynaklardan yararlanma da -hele söz konusu olan birden fazla devletin topraklarına yayılan kaynaklarsa- bu anlamda rahatlıkla “pilot konu” olarak seçilebilir. Öyle ya, devletler ve adına hareket ettikleri varsayılan halkları, başka devletlerle ve halklarıyla bir şekilde ortak kullanma durumunda oldukları kaynaklardan nasıl yararlanabileceklerini belirlemede ciddi bir sınavla karşı karşıyadır. Bir uçta dayanışma, paylaşım ve işbirliği, diğer uçta ise rekabet, bölüşüm ve çekişme. Allah’ın bildiğini kuldan saklamanın anlamı yok: Tercih edilen ya ikinci uçtur ya da yakın türevleri. Buna Uluslararası İlişkiler jargonunun sağladığı kılıfın adıysa “jeo-stratejik kaynak”tır.

Petrol, gaz vb. doğal kaynaklar çoktan jeo-stratejik araçlar olarak görülmektedir ama en “doğal” ihtiyaçlarımızdan olan suyun bu yola kurban edilmekte olduğunu görmek ziyadesiyle can sıkıcı: Bari su “kardeşçe” kullanılsa/kullanılabilse, ona da razıyız![1] Ne gezer. Önce ulusal düzeyde bir meta haline gelen su, daha sonra devletler arasında da bir güç mücadelesi aracı, bir “stratejik koz” oluverdi. Dahası, “yönetişim” kavramıyla da (küresel) güç merkezlerinin yönetim ve piyasa araçlarından birisi yapılmaya çalışılmakta. Kısacası, insanî bir kaynak olan su her geçen gün insanlardan biraz daha uzaklaştırılıyor, insanları (onlar adına!) yönetmenin araçlarından birisi haline getiriliyor. Su konusundaki politik çelişkiler bir yana, insanî aymazlık da ziyadesiyle can sıkıcı.[2] Yaşam belirtisinin göstergesidir diyerek uzayda (binbir zorlukla ve masrafla) aranan su, ironik bir şekilde yerkürede hem de “kullanıcı hataları” yüzünden kirletiliyor, israf ediliyor, çekişme aracı haline dönüştürülüyor.  Kısacası, her ne kadar “su”dan ucuz bir şey olmasa da, “su”dan işlerle uğraşmak gerek! Hele söz konusu olan insanî su ihtiyacının iyi/âdil düzenlenmesinin sınırlar aşan önem taşıdığı Ortadoğu gibi bir coğrafyaysa.

 

Ortadoğu’nun su kaynakları

Ortadoğu bölgesinde soruna konu olan su kaynakları en az iki ülkeye yayılmış yeraltı ve yerüstü sularıdır. Her ne kadar bölgenin kesin sınırları tartışmaya açıksa da,[3] en önemli su kaynakları bölgeye dışarıdan akan Dicle, Fırat ve Nil nehirleridir. Ayrıca, Asi, Litani[4] ve Ürdün nehirleri bölgedeki diğer önemli su kaynaklarıdır (Bu kaynakları besleyen ya da bunlardan beslenen yeraltı ve yerüstü suları da listeye eklenmelidir). Tüm bu su kaynaklarının kullanımı ilgili taraf ülkeler arasında özellikle son 50 yılda birer sorun kaynağı da olmuştur. Aslında, ilgili ülkeler temel olarak kimin ne kadar su kullanacağı yani hangi ülkenin payına ne kadar su düştüğü konusunda anlaşmazlığa düşmektedir. (Her ne kadar henüz bu “ilk” aşama bir şekilde çözüme kavuşturulamadığı için diğer konular çok gündeme gelmemiş de olsa, aslında hangi ülkenin ne kadar su kullanacağı kadar ülkelerin suyu nasıl kullandıkları da önemlidir. Çünkü, sulamadan elektrik üretme amaçlı barajların inşasına/işletilmesi kadar birçok etkinliğin diğer kıyıdaşlara ve hatta üçüncü taraflara etkilerinin olabileceği artık bilinmektedir. Üstelik, başta barajlar olmak üzere kimi yararlanma faaliyetlerinin tüm “fiziki” etkileri “ulusal” düzeyde ortaya çıksa ve diğer devletleri etkilemese dahi, başka nedenlerle uluslararası ilgi/tepki de çekebilmektedir. Örneğin, baraj suları altında kalan arkeolojik yapılar, barajların sosyo-kültürel etkileri ve hatta özellikle büyük baraj göllerinin altında kalarak çürüyen bitki örtüsünün iklim değişikliğine “katkısı”.[5] Bu tür olası etkilerin mevcut kaynakların dağıtımı/paylaşımı aşamasını henüz geç(e)meyen Ortadoğu için “lüks” görüldüğü doğrudur ama varılacak her türlü çözümün bu tür potansiyel sorunları da göz önüne almasının ve hatta kapsamasının şart olduğu da açıktır; çünkü aksi durumda gerçek/nihai bir çözüme ulaşılamayacaktır.)

Bölgede ihtiyaçları karşılamaya yeterli su olup olmadığı sorusu söz konusu olduğunda bakılan ilk şeyse genelde yukarıda zikredilen belli başlı su kaynaklarında bulunan toplam su miktarıdır. Bu rakamın tarafların deklere ettikleri (mevcut ve projelendirilmiş) kullanım şekilleri ve miktarlarıyla karşılaştırılması sonucunda kestirmeden ulaşılan sonuç ise menfidir: Kaynaklar kıttır, ihtiyaç ise sınırsız değilse bile çok. Fakat bu düz mantık hesaplamada atlanan bazı temel noktalar vardır: “İnsan” karar alma ve uygulama süreçlerinin neredeyse tamamen dışında bırakılmakta, insanî verimlilik göz ardı edilmekte, su hoyratça kullanılmakta ve üstelik bölgedeki su kaynakları da dış politika araçları olarak görülmektedir. Yani, diğer pek çok bölgede olduğu gibi Ortadoğu’da da suyun aslında “jeo-insanî” bir kaynak olduğu ıskalanmaktadır.

Bu kısa yazının iddiası da, çoğu durumda “ulus”u bile dışlayan “ulusal çıkar” algısının şekillendirdiği arz/talep hesapları yerine insan-merkezli bakış açısıyla düşünüldüğünde çözümün öyle çok da imkansız olmadığı, hatta su sorununun boyutlarının korkulan (umulan?) kadar olmadığıdır. Kısacası, burada su sorununa farklı bir açıdan bakılmaya çalışılarak egemen bakış açısı sorgulanacak ve bakış açısının değişmesiyle suyun sorun olmaktan büyük ölçüde çıkacağı iddia edilecektir.

 

 

Su kullanımında insan-merkezcilik

Teorik olarak insanların ihtiyaçlarını karşılamak için kullanıldığı/kullanılacağı öne sürülen suyun insanî bir kaynak olduğu aslında ironik bir şekilde ıskalanmaktadır. Yapılan birçok etkinliğin projelendirilmesinde “insan” unsuru ya bir şekilde devre dışı bırakılmakta ya da çok az dikkate alınmaktadır. Genel bir “ulusal çıkar” gerekçesi kullanılarak özellikle sudan doğrudan yararlanma durumunda olan yerel halkın ihtiyaçları ve sosyo-ekonomik durumu devre dışı bırakılmaktadır. Örneğin, Türkiye’nin uzun süredir “tamamlamak üzere” olduğu Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamındaki özellikle sulama etkinlikleri önemli sıkıntılar yaratmaktadır. Proje amaçlarında açıkça öngörülmesine rağmen, suyu fiilen kullanacak olan ve fakat sulama tecrübesi olmayan halkın karar alma ve uygulama süreçlerine dahil edilmeyerek yeterli şekilde bilgilendirilmemesi yanlış ve aşırı sulamadan başka bir şey getirmemiş, bu ise “doğru” sulanması durumunda tarıma son derece elverişli olacağı düşünülen toprakların aşırı tuzlanma sonucu çoraklaşmasına neden olmuştur.[6]

İnsanî boyutun göz ardı edildiği bir diğer örnek ise yapılan büyük barajların yerlerinin seçimiyle ilgilidir. GAP çerçevesindeki kimi barajlar, Suriye’deki Tabka Barajı, Mısır’daki Asuan Barajı vs.nin yerleri seçilirken olası insanî (ve arkeolojik ve çevresel) etkilerden ziyade “ekonomik” optimizasyonu sağlama önceliğiyle hareket edilmiştir. Su kullanımında insan-merkezli bakış açısının tercih edilmediğinin en önemli göstergesi olan bu tür uygulamalar sonucunda kimi durumlarda on binlerce insan yerlerinden edilmiştir. Her ne kadar -en azından kağıt üstünde- kamulaştırma giderlerinin vs. ödendiği ileri sürülebilecekse de “ulusal çıkar” adına yapılan bu tür projelerin yer seçme, karar alma ve uygulama aşamalarında insanları/toplumu önemli ölçüde dışladığı da gerçektir. Sonuç olarak, birçok insan yerinden edilmiş ve kamulaştırmada yaşananlar da eklendiğinde önemli insanî sorunlar yaşanmıştır.

 

Su kullanımında hoyratlık

Suyu bir sorun kaynağı yapan nedenlerden bir diğeriyse yararlanma faaliyetlerinin kültürel miras ve çevre üzerindeki etkileridir. Başta yine barajlar olmak üzere bölgedeki birçok proje kültürel mirasın ve çevrenin korunması konusunda ciddi sorunlar yaratmıştır. Türkiye’de Zeugma ve Hasankeyf vesilesiyle gündeme gelen arkeolojik zenginliklerin kaderi tartışması aslında bölge tarihinde daha gerilere uzanmaktadır. Mısır’daki Asuan Barajı’nın yapımı aşamasında baraj bölgesinde bulunan birçok arkeolojik yapı ya başka yerlere taşınmış ya da onları “daha iyi koruyacak” ülkelere bağışlanmıştır. Yine 1973’te Tabka Barajı nedeniyle başka yere taşınan Süleyman Şah Türbesi’nin daha sonra Teşrin Barajı altında kalması ancak Türkiye ve Suriye’nin son anda anlaşmasıyla engellenebilmiştir.[7] Coğrafi şartlara bağlı olarak en fazla 100-150 yıllık ömrü olan (ki, son iki örnekte olduğu gibi eğimin az olduğu yerlerde ve/veya ilk örnekte olduğu gibi erozyonun çok olduğu bölgelerde barajların ömrü 50 yıla kadar düşebilmektedir) barajlar için binlerce yıllık arkeolojik zenginliklerin feda edilmesinin iyi düşünülmüş kararlardan ziyade baraj çılgınlığının daha doğrusu baraj lobilerinin “başarılı” PR çalışmalarının sonucu olsa gerektir.[8]

Çevrenin korunmasında da hemen hemen benzer bir durum söz konusudur. “Büyük ulusal çıkarlar”ın kısa vadeli ekonomik getiriler (ve “neden bizim de büyük barajlarımız olmasın” anlayışı) üzerinden tanımlanması yüzünden çok büyük ve geri döndürülemez çevresel zararlara neden olması kaçınılmaz olan projelere girişilmesi düşündürücüdür. Bölgenin en büyük barajlarından olan Asuan Barajı’nın etkileri Akdeniz kıyı şeridinden Nil’in yukarı bölgelerine kadar uzanmakta ve birçok yerde biyolojik çeşitlilikten flora ve faunanın korunmasına kadar ciddi çevresel tahribatlar yaşanmaktadır. Türkiye’de GAP bölgesindeki aşırı tuzlanma ve çoraklaşma, Irak’ta verimli Mezopotamya Ovası’nın özellikle Şattül Arap’ın denize döküldüğü alandaki ciddi kirlilik, İsrail ve Filistin’de birçok yeraltı su kaynağının faza su çekilmesi nedeniyle kuruması ve bunun neden olduğu çevresel sorunlar, bölgede yıllardır devam eden savaş ortamının su kaynaklarında yarattığı kimyasal kirlilik… Bunlar suyun insanî bir kaynaktan ziyade bir araç olarak görüldüğünün ve varlık nedeninin tersine insana zarar verir şekilde kullanıldığının kanıtlarıdır.

 

 

Su kullanımında verimsizlik

Ortadoğu’daki su sorunlarını mevcut kaynakların ihtiyaçları karşılamayacak kadar kıt olduğu savıyla açıklayan Realpolitik yaklaşımların göz(ler)den kaçırdığı bir diğer noktaysa su kullanımındaki verimliliktir. Burada kastedilen elbette iktisadî bir verimlilik değildir; hem suyun bir iktisadî meta haline getirilmesine gönüllü yazılınması hem de bunun epey hoyratça yapılması yani israftır itiraz edilen. Zira, insanî ihtiyaçları karşılamak için doğayla uyumlu bir şekilde yapılması gereken sudan yararlanma faaliyetlerini iktisadî bir mantığın vazettiklerine emanet eden her politika başlı başına bir israf olarak değerlendirilebilir, değerlendirilmelidir. Toplumsal yarara, coğrafi, iklimsel, ekolojik, kültürel ve sosyolojik uygunluğa bakılmadan (ya da bu tür etkenleri geri plana atarak) “büyük büyük barajlarımız olsun” anlayışıyla yapılan her tür yapı -su ne kadar “etkin” kullanılırsa kullanılsın- israftır.[9]

Bu bir yana, bu tür politikaların bile bihakkın uygulandığını söylemek zordur. Yaklaşık 90 milyar m3’lük rezervuarıyla bölgenin en önemli barajlarından olan Asuan’ın baraj gölünden (Nasır Gölü) yılda yaklaşık 10 milyar m3 yani tutulan suyun % 10’u kadar su buharlaştığı tahmin edilmektedir -bunun Ürdün, İsrail ve Filistin’in toplam su kaynaklarının 4 katı olduğu düşünüldüğünde bu miktarın önemi daha iyi anlaşılacaktır.[10] Hele Mısır’ın “1 m3 suya muhtaç” yukarı kıyıdaşların su kullanımını önemli ölçüde engellediği hatırlandığında israf edilen kaynak muazzamdır. Nil’in Mısır Medeniyeti için tarihsel önemi ne olursa olsun bölgenin aşırı sıcak olması Asuan gibi büyük barajları refah değil israf merkezleri haline getirmektedir. Hele barajın (Mısır coğrafyasında kaçınılmaz olarak) düz bir arazide yapıldığı yani ömrünün görece çok daha az olduğu düşünüldüğünde iktisadî hedeflere ulaşmada ne kadar iktisadî davranıldığı bile kuşkulu hale gelmektedir. Benzer şekilde 1974’te tamamlanan ve Irak’la Suriye’yi savaşın eşiğine getiren Suriye’deki Tabka Barajı da hem yapıldığı arazi hem de kullanılan teknoloji nedeniyle ömrünü görece kısa bir sürede tamamlayacaktır.

Diğer yandan, Irak ve özellikle Suriye’de kullanılan sulama yöntemlerinin de ciddi israf kaynağı olduğu bilinmektedir. Toprak ve üstü açık sulama kanalları nedeniyle su kaynaklarının önemli bir kısmı hedefe ulaşamadan ya toprağa ya da havaya karışmaktadır. Asırlar süren susuzluktan sonra GAP ile suya kavuşan Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ise tam bir sulama çılgınlığı yaşanmakta, bu ise tarıma elverişli topraklarda neden olunan zararlar bir yana hem ciddi su israfı hem de (sulamadan dönen sular nedeniyle) su kirliliği anlamına gelmektedir. Oysa bitki köküne damlatma gibi sulama teknikleriyle ciddi anlamda su tasarrufu sağlanabileceği bilinmektedir.

Kısacası, zaten genel olarak kritik bir mesele olan su kaynaklarının değerlendirilmesi meselesi, coğrafi ve fiziki koşulları nedeniyle Ortadoğu’da özel bir dikkat gerektirmektedir. “Ulusal çıkar” gerekçesiyle yapılan birçok projenin “toplumsal çıkar”la pek de bağdaşmadığı, daha çok belli lobilerin ve “ulusal gurur” ve “devletlerarası güç mücadelesi” gibi insanı/toplumu dışlayan saiklerin kurbanı olduğu söylenebilir. Ayrıca, kuraklık/çoraklık ve buharlaşma nedeniyle “iyi niyetli” kullanımlar bile ciddi miktarda su israfına yol açabilmektedir.

 

 

Su kullanımı ve dış politika

Son olarak, suyun bir dış politika aracı haline getirilmesi ve “stratejik koz” olarak görülmeye başlaması da sorgulanmalıdır. Suyun ticari bir meta haline getirilmesini bile önceleyen (ve şimdi onu tamamlayan) bu yaklaşım -hele Ortadoğu gibi işbirliği ve dayanışmanın zaman içinde olumsuz çağrışımlar edindiği bir yerde-[11] göz ardı edilemeyecek komplikasyonlara neden olmaktadır. Türkiye’nin Manavgat ve özellikle Barış Suyu projeleriyle bölge ülkelerine su satma fikri ise tam da bu nedenle gelen itirazlar sonucu geri çekilmiştir.[12] Öte yandan, özellikle 1985-1999 döneminde Türkiye-Suriye ilişkilerine “su-terör” kozlaşması damgasını vurmuş ve taraflar hiçbir şey değilse bile “iyi komşuluk” ilkesiyle bağdaşmayan politikalar izlemiştir. Yine Asi Nehri’nin Suriye kısmındaki “kullanım hataları” nedeniyle hem bu ülkede hem de Türkiye’de (özellikle Amik Ovası’nda) dönem dönem su baskınları ve bununla bağlantılı ciddi sorunlar yaşanması da suyun resmi çekişmelere alet edilmesinin bir diğer örneğidir.

Öte yanda, Nil üzerindeki tasarrufları zamanla Mısır’ın “bölgesel güç” olma stratejisinin bir parçası hatta aracı olmuştur. Asuan Barajı’yla sembolleşen Mısır’ın Nil üzerindeki tasarrufları (tahakkümü?) nedeniyle diğer kıyıdaş ülke halkları neredeyse tamamen devre dışı bırakılmıştır. Sömürge döneminden kalma anlaşmaların da etkisiyle en aşağı kıyıdaş Mısır (ve bir ölçüde de Sudan) dışındaki (yukarı) kıyıdaşlar Nil’i küçük yerel faaliyetler dışında neredeyse hiç kullanamamaktadır. Öyle ki, Mısır Ordusu’nun Parlamento onayı beklemeden doğrudan harekete geçebileceği tek milli güvenlik konusu Nil’e yönelik herhangi bir tehdidin ortaya çıkmasıdır.[13] Yani, ciddi susuzluk sıkıntısı çeken Etiyopya başta olmak üzere birçok ülkede yaşayan insanların/toplumların Nil’den yararlan(a)maması hem ulusal hem de uluslararası/devletlerarası garanti altına alınmıştır!

Bu bağlamda dikkat çekilebilecek bir diğer konuysa İsrail’in özellikle işgal altındaki topraklardaki uygulamalarıdır. İsrail’in işgal politikası su kaynaklarıyla büyük paralellik göstermekte (burada özellikle Golan Tepeleri’nin işgali anılmalıdır) ve artık başarı şansı bir yana varlığı bile tartışılan barış sürecinin ana gündem maddelerinden olan su kaynakları yer yer pazarlık aracı olarak kullanılmaktadır. Filistin halkının asgari su ihtiyaçlarını bile büyük ölçüde göz ardı eden ve fiilen kullanmakta olduğu su miktarını onların aleyhine her aşamada bir şekilde artıran ve bunu suyu daha “etkin” kullanmakla açıklayan İsrail’in (özellikle kendi vatandaşlarına hasrettiği su miktarları göz önüne alındığında) insanî duyarlılıktan epey uzak olduğu açıktır. Kaldı ki, en bariz örneği Golan Tepeleri’nin işgali olan İsrail politikası, atılan her yeni genişleme adımında yeni yeraltı ve yerüstü su kaynaklarını da içermeyi hedeflemektedir. Öyle ki, son dönemde epey tartışma konusu olan Duvar inşaatında bile “su” önemli bir kriter olmuş ve Duvar’ın Yeşil Hat dışına çıkarak zikzaklar çizdiği yerler önemli su kaynaklarına da denk gelivermiştir.[14]

İsrail’in önemli su kaynaklarına sahip Golan Tepeleri’nden çekilmek yerine Suriye’yi Türkiye’den daha fazla su istemeye “teşvik etmesi” ve Mısır’la ilişkileri gerginleştiğinde Nil’deki yukarıda kıyıdaşı Etiyopya üzerinden bu ülkeyi sıkıştırması[15] da atlanmaması gereken “ayrıntılar”dır.

Tüm bu örnekler suyun Ortadoğu’da (zamanla petrole rakip?) “jeo-stratejik bir kaynak” olarak görülmesinin delaletleridir. Su insanî bir kaynak olmasa bile pekala itiraz edilebilecek bu yaklaşım, eşyanın tabiatına aykırıdır. Her şey bir yana, tüm ilgili toplumların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde “etkin” su kullanımı Ortadoğu bölgesinde imkansız değildir. Yeter ki komşu ülkeler ve toplumları “rakip” olarak görülmesin ve zihinler “mülkiyet” itibariyle değilse bile işin doğası gereği ortak olan bu tür kaynakların herkesin ihtiyaçlarının adil bir şekilde karşılanması yönünde kullanılmasına yorulsun. Su kaynakları hem ulusal hem de uluslararası planda insan ve insanî ihtiyaçlar merkezli kullanılsın, değerlendirilsin.

 

Sonuç

Kısacası, gözardı edilen bu tür faktörler düşünüldüğünde Ortadoğu’da su kıtlığı olduğunu ve bunun ileride savaşa bile neden olabileceğini ileri sürmek gibi kâhinlikler fazlaca yüzeysel kalmaktadır. Ne kadar çok su kaparsam o kadar kâr anlayışının bizi götürebileceği yer kılavuz bile gerektirmeyecek kadar açıktır. Önemli olan bölgedeki toplam su miktarı az demeden önce eldekinin nasıl kullanıldığının iyi analiz edilmesi ve neoliberal dönemin içlerini boşalttığı (daha doğrusu kendi meşrebince doldurduğu) “etkinlik” ve “verimlilik” gibi kavramların başlarına “insanî” sıfatı da eklenerek gerçek anlamlarına kavuşturulmasıdır. Çünkü, yukarıda örnekleriyle açıklanmaya çalışıldığı gibi, ilgili ülkelerin gerek insanları projelerin bir parçası daha doğrusu merkezi yapma gerekse yararlanma faaliyetlerinde su kaynaklarını israftan mümkün olduğunca kaçınma açısından ciddi eksiklikleri vardır. Tüm bu ayrıntılara dikkat edildiğinde su sorununun büyük kısmının kendiliğinden ortadan kalkacağı su götürmez bir gerçektir.

 

[1] Metin Özuğurlu, “toplum sözleşmesi”yle günümüz neo-liberal dünyasının piyasa-tüketim/terör-güvenlik-big brother ortamını karşılaştırırken “kurban olayım toplum sözleşmesi anlayışına” demişti. Gerçekten “su”yun başına gelenleri görünce insan kurban olayım petrolün jeo-stratejisine demeden geçemiyor.

[2] Su harcama çılgınlığı ve duyarsızlığı konusunda yazılan en öğretici (acı verici?) kitaplardan birisi Sandra Postel’in Son Vaha: Su Sıkıntısıyla Karşı Karşıya (TÜBİTAK,  2000) başlıklı çalışmasıdır.

[3] Her durumda kastedilen son zamanların “Büyük Ortadoğu”su değil “küçük” Ortadoğu’dur!

[4] Litani aslında “ulusal” bir nehirdir ama özellikle 1982’deki İsrail işgali sırasında görüldüğü gibi kullanımı “bölgesel” bir konu olabilmektedir.

[5]  Dünya Barajlar Komisyonu tarafından 2000 yılında yayınlanan kapsamlı rapor, kimi ekonomik getirileri olmakla birlikte barajların bilinen ve yeni fark edilmekte olan birçok olumsuz etkilerinin olduğunu ayrıntılı bir şekilde ortaya koymuştur. Rapora ve ilgili tematik değerlendirme raporlarına www.dams.org adresinden ulaşılabilir.

[6] GAP’ın öngörülen hedeflerden ne kadar uzaklaştığı ya da belki de bu hedeflerden en azından bazılarına ulaşmanın yapısal nedenlerle nasıl imkansız olduğu konusunda ayrıntılı bir inceleme için bkz. Mehmet Faraç, Suyu Arayan Toprak: Harran ve Fırat’ın Bin Yıllık Dramı (Ozan Yayıncılık, 2002).

[7] “Süleyman Şah Türbesi Kurtuluyor” Su Dünyası, Şubat 2005, Sayı 19.

[8] Bu konuda özellikle baraj lobilerine karşı mücadelesiyle (de) ön plana çıkan Arundhati Roy’un “The Greater Common Good” makalesine (http://www.narmada.org/gcg/gcg.html) ve Patrick McCully’nin Silenced Rivers-The Ecology and Politics of Large Dams kitabına (Londra, 1996) bakılabilir.

[9] Barajların bir “ulusal gurur” abidesi olarak görülmesi konusunda yaygın olarak verilen örnek J. Nehru’nun barajları “modern Hindistan’ın mâbetleri” şeklinde tanımlamasıdır. Türkiye’de de bu görüşü kimselere “gaptırmayacak” devlet adamları olmuştur.

[10] Özden Bilen, Ortadoğu Su Sorunları ve Türkiye (2. Baskı, TESEV Yayınları, 2000), s. 157.

[11] Ortadoğu’nun ezel-ebet içinde olduğu siyasi karmaşa ortamının etkisi gerçekten de küçümsenmemelidir. Ortadoğu, nihayetinde, “güvensizliğin kural, bağımlılığın fobi olduğu” bir bölgedir. Bkz. Erdem Denk, Ortadoğu’da Su Sorunu Bağlamında Dicle ve Fırat (Ankara, Serajans, 1997), s. 3.

[12] Ne var ki, “Arapların petrolü varsa bizim de suyumuz var” yaklaşımı Türkiye’de hala ciddi taraftar bulmaktadır.

[13] John Bulloch ve Adel Darwish, Su Savaşları (çev. Mehme Harmancı, Altın Kitaplar, 1994), s. 71.

[14] Uluslararası Adalet Divanı da, 9 Temmuz 2004 tarihli danışma görüşü kararında, Batı Şeria’nın su kaynaklarının % 51’inin Duvar’ın İsrail tarafında kaldığına dikkat çekmiştir. Bkz. Legal Consequences of the Construction of a Wall in the Occupied Palestinian Territory, paragraf 133.

[15] 1956 Süveyş Krizi sonrası Sovyetler Birliği’ne yanaşan Nasır’a karşı olduğu gibi “gerektiğinde” ABD de Mısır’a karşı “Etiyopya-su” kartını oynamıştır.

 

 

* Biriki  m, Sayı 209 (Eylül 2006), s. 50-55