Ingmar Bergman

4 Eylül 2007yazar Erdem Denk

 

Yaban Çilekleri

Gece rüyasında ölümünü gören (ya da gerçekten ölen!) emekli profesörün hayatı gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçerken taşralı genç ve mutlu evli çiftten otostopçu hippilere ve mutsuz çiftlere kadar hayatın da onun gözlerinin önünden şaşaalı bir şekilde geçmesinin taşıdığı sembolizm yabana atılabilir mi? Hayatta ıskaladıkları mı geçit törenindedir profesörün önünde, bilerek teğet geçtikleri ya da reddettikleri mi? Yoksa ısrarla karşı çıktığı hatta karşısında durduğu hayat tarzları böyle intikam mı almaktadır kendisinden? İyi de Bergman kimden intikam alıyor daha 39 yaşında çektiği bu filmde? Yoksa ihtiyarlık psikolojisine ve ölüm gerçeğine ya da var oluşa/hâkim var olma tarzlarına karşı bir “önalıcı savaş” mı yürütüyordu daha o yaşında.

Peki, ya kâbus gibi başına çöken o sınav metaforu? Ödülünü alma yolundaki profesörün kendisini birden karşısında bulduğu jüri önünde tek kelime bile bilmez, tek kelam bile edemez konumda görüşü? Başarı ödülü alan bir bilim insanının bütün bildiklerini unuttuğu bu sahnenin insana ahir zaman sorgusunda çuvallama duygusunu hatırlatmasında sorgu dilinin Latince olmasının da bir etkisi var mı acep? Ya da “hayat devam eden bir sınavdır” klişesi kullanılır gibi yapılarak akademisinden dinine her yerde rastladığımız sınav olgusunun iddia edilenin (kanıksananın?) tersine hayatın doğal akışına ters oluşu, ket vurucu niteliği mi vurgulanmaktadır?

 

Ya da özensizce ama yaşanmışlıklarını aktararak yetiştirdiği(ni sandığı) mutsuz ve umarsız tek oğlunun çocuk yapmaya direnmesini bu dünyanın dikili bir ağaç bırakmaya bile değmeyecek bir yer olduğu şeklinde açıklamasına ne demeli? Peki hemen hemen her filminde olduğu gibi buraya da “normal” bir insanı profesörün gelini olarak yerleştiren Bergman ne demek istiyor? Hayatın dikotomisi mi dikkat çekmek istediği yoksa anormalin anormalliğini gözümüze sokmak için normali mi kullanıyor? Sakın tersi olmasın?

Karısı dahil çevresindeki hemen hemen herkesten kazık yemiş profesör asosyallik ve kısmî suskunluk tercihinin gerekçesini zaten filmin başında açıklar: Sosyallik denerek kutsanan şey ikiyüzlü ve çirkeftir. Her geçen gün daha bir benimsenen ve kutsanan sosyalliğin su götürmez asosyalliği daha güzel nasıl ifade edilebilir ki?

Sessizlik ve Persona

Bu suskunluk halinin tavan yaptığı Sessizlik filminin suskunluğunu iki kız kardeşin zıt karakterleri çığlık çığlığa bozar. Beden ve ruh, şehvet ve duygu, iyi ve kötü, günah ve sevap vs. Tüm bunları bir otel odasına tıkıp sessizce anlatmaktan daha vurucu ne olabilir ki?

Belki Persona filminde olduğu gibi sesin aniden sessizliğe dönüşmesi bu soruya bir yanıt olabilir. Hayat dolu, çevresine neşe ve dinamizm yayan bir tiyatrocunun günün birinde birden susması ve bir daha hiç konuşmaması normal bir şey midir Allah aşkına? Sessizliğin içinde ne bulmuştur kahramanımız? Daha doğrusu, o kadar sesin içinde aradığı neyi bulamamıştır da sessizliği tercih etmiştir? Bu dünyada onu kendi dünyasına dönmeye ne itmiştir? Daha da önemlisi (ya da vahimi), iç dünyasının onu götürdüğü “karanlık”, dış dünyanın bizi mecbur bıraktığı karanlıktan ehven midir? Hayat dolu bir insan hayata nasıl küsebilir ki? Kim bilir, belki de hayat dolu bir insanın bu hayata küsmesinden daha doğal bir şey olamaz. Hem, var olmanın dayanılmaz ağırlığını hisseden kaç kişi bu yükün altından sağ salim kalkabilir ki?

 

 

Yedinci Mühür ve Kış Işığı ve hatta Yüz

Ölüm, din, Tanrı… Her daim irdelenen ve yanıtı aranan bu sorulara belki kimsenin tam bir yanıtı yok, doğru. Yalnız pek az kişi sorgulamayı bu kadar ayakları yere basar bir şekilde ileriye götürebilmiş, bir satranç tahtası başında, bir günah çıkarma anında ya da öylesine ikili bir diyalogda yanıtını vermeye bu kadar yaklaşabilmiştir. Bergman’ın belki de bu bağlamdaki en çarpıcı “taktiği”, tam yanıtı verecek gibi yapması, bizi umutlandırması (ya da ürpertmesi ve hatta korkutması!) ama orada aniden ve birden durmasıdır. Hem de insanın aklını allak bullak eden sağlam aparkatlarla… Didaktikçe bir yanıt vermeye kalksa bu kadar “didaktik” olabilir miydi?

 

Kış Işığı’nda olduğu gibi bir din adamının kendine, anlattıklarına (vazettiklerine), “iş”ine, inancına, dinine yabancılaşması “basit” bir köylünün “hezayan”larıyla ortaya dökülürken tüm bu fecaati halının altına süpürme kudretinin yine o “iş”te bulunarak ciddi bir uhreviyetle eda edilmesi Bergman’ın tek filmlik bir beceresi zinhar değildir. Bir Evlilikten Manzaralar‘da olduğu gibi “bile bile lades kurumlar”ı sağaltmak (hatta belki kutsamak ama kesinlikle meşrulaştırmak değil) yine içeriden mi olacaktır?

Bergman, tüm bu yanıtsız sorulara aslında çok sağlam yanıtlar vermiştir. Yanıtsızlığın bu kadar çarpıcı ifadesi pek az yanıtta bulunabilir: Yanıt, yanıtta değildir aslında. Yanıt, yanıta giden yoldadır. Yanıt, yanıtı aradığımız yerdedir. Yanıt, yanıtı arama iradesindedir. Yani yanıt, aradığınız yere ve arama şeklinize göre pekâlâ değişebilir. Çünkü, yanıt tercihtir.

 

Not: Burada sadece birkaç örneği zikredilen birçok filmi için (kısmen haklı bir şekilde!) “insanı kasvet kuyularına batırıp çıkarıyor” serzenişi çokça yapılan Bergman’ın, “Bir Yaz Gecesi Tebessümleri” başta olmak üzere “eğlendirirken düşündüren” filmleri de vardır.

 

 

*Birikim, Sayı 220-221, Ağustos-Eylül 2007, s. 145-146