İster homo economicus oldurulmuşluğumuza isterse de insanın vahşi doğasına referansla olsun, sonuçta mevcut anaakım dünya algısı ve insanlık hâlinin merkezine eşitsizlik, sömürü, tahakküm, ayrımcılık ve dışlama hem de tüm kibiriyle kurulmuş durumda. En çekirdekte yer alan çekirdek aileden en tepedeki “uluslararası toplum”a dek her türlü örgütlenme düzeyine hem kaba hem de yumuşak gücüyle sızan, sinen ve yerleşen bu insanlık hâli, muhtemelen kendisine en verimli sığınağı da “devlet”te bulmakta.
Devletlerin siyasi-idari sınırları içinde ve dışında üzerine kurulu oldukları ve varlıklarına içkin olan bu hususiyet, pek tabii ki her bir devlet özelinde farklı tezahür etmekte ve kendisini farklı hissettirmekte. Siyasi-idari sınırlarla (ülke) sosyo-ekonomik sınırların (sistem) büyük ölçüde örtüştüğü örneklerde devlet devletliğini ancak o ülkede gösterebilir ve uygulayabilirken (ve bu durumdan kaynaklanan her türlü sorun ve gerilim de bu çerçevede hissedilirken) sosyo-ekonomik sınırlarını siyasi-idari sınırlarının ötesine taşımış/taşıyabilmiş devletlerdeyse devletin devletliği de sisteminin erişim/kapsama alanı boyunca hissedilmekte. Bilhassa sömürgeci yani “uluslararası sistem”de söz sahibi olan devletleri işaret eden ikinci hâlin kendisini ulus-aşırı düzlemde kurma yöntemi de duruma göre farklılık gösterebilmekte. Özellikle merkez devletler arasında ciddi bir güç dengesizliği olduğu dönemlerde başvurulan yöntem, çoğu kez herhangi bir açıklamaya/meşrulaştırmaya dâhi gerek duymayan “kaba güç”tür. Uluslararası güç dengesinin bir şekilde söz konusu olduğu ya da “yapıcı belirsizlik hâli”nin[1] hâkim olduğu dönemlere tekabül eden durumlarda “kaba güç” yönteminin açıktan savunabilirliğini büyük ölçüde yitirmesiyle gündeme gelen/dolaşıma sokulan ise özünde büyük ölçüde aynı olmakla birlikte amacı daha makul, daha kabul edilebilir, daha uygulanabilir ve daha sürdürülebilir kılması nedeniyle tercihe şayan olan (ve Gramsci’nin “rıza” kavramsallaştırmasıyla foyasını çoktan ortaya çıkardığı) “yumuşak güç” söylemidir.
1776’da sosyo-ekonomik sınırlarında kaldığı devletlerden siyasi-idari bağını koparmayla işe başlayan ve 1861-65 iç savaşıyla siyasi-idari sınırlarını netleştirerek devlet olmaklığını pekiştiren ABD, sosyo-ekonomik sınırlarını siyasi-idari sınırlarının ötesine genişletme çabasına da “imkanları ölçüsünde” hemencecik başladı. Ciddi mücadeleler sonucunda sosyo-ekonomik sınırlarına dâhil edildikleri Avrupalı devletlerden bağımsızlaşarak siyasi-idari sınırlarına kavuşan Latin Amerika devletlerine bu süreçte verilen desteğin ve ona eşlik eden Monroe Doktrini’nin de katkısıyla ABD’nin “kendi” kıtasında kurmaya başladığı nüfuz, zaman içinde gerektiğinde kaba güç de kullanılarak günümüze dek büyük ölçüde sürdürülebildi.[2] Nitekim, tarihi el Libertador Bolivar’a kadar uzatılabilecek Amerikan Devletleri Örgütü’nün de 20. yüzyılın ilk yarısı bitmeden tümüyle ABD kontrolünde resmi bir örgüte dönüşmesiyle kıta içinde “kaba güç” destekli “yumuşak güç” büyük ölçüde sağlanabilmişti. Zaten 1945 Yalta düzenlemelerini takiben kurulan iki yarımküreli/bloklu dünya sistemi, ABD’yi sadece Avrupa kıtasının bir kısmında değil artık “arka bahçesi” olarak adlandırılacak Latin Amerika’da da nihai söz sahibi[3] kılmıştı. ABD’nin özellikle bu bölgede kullandığı kaba güç muadili durumundaki “uluslararası aktörler” tarafından neredeyse hiçbir zaman sistemik tehditler olarak görül(e)memiş, yani özellikle Soğuk Savaş boyunca “arka bahçe”de kullanılan “kaba güç” de bu anlamda yine “yumuşak güç” etkisi göstermişti.
ABD’nin sosyo-ekonomik sınırlarını genişletme çabası çerçevesinde tahtına göz diktiği devletlerden birisine karşı olması nedeniyle tam anlamıyla “kaba güç” olarak nitelebilecek ilk örnek Kipling’e “white man’s burden”ı da yazdıran 1898 Filipinler işgaliydi. Bu savaşın bizzat kendisinin de gösterdiği gibi, ABD’nin sosyo-ekonomik sınırlarını hâlihazırda başka merkez devletlerin sosyo-ekonomik sınırları içerisinde olan bölgelere doğru genişletme çabası hem ancak “kaba güç”le denenebilecek birşeydi hem de “iyi” karşılanamayacak… Belki de henüz uluslararası sistemin merkezine tam manasıyla yerleşememiş olan ABD’nin bu uğurda kaba güç kullanmaktan daha akıllıca çözümler üretmesi gerekiyordu. Alternatif, doğal olarak, mevcut merkez devletlere karşı sömürgeleri üzerinden “yumuşak güç” söylemleri üretmekti: Nitekim 1918’de Büyük Savaş’a müdahil olma sürecinde yayımlanan ve idealist dönemin başlangıcı sayılan Wilson İlkeleri’yle hem denizlerin serbestliği[4] hem de mevcut merkez devletlerin sömürgesi altındaki tüm halklara self-determinasyon hakkı çağrılarında bulunuldu.[5] Nesnesi durumunda olan sömürge altındaki halklar açısından “ilerici/özgürleştirici” niteliği ön plana çıkmakla birlikte bu çağrının özneler katında ne anlama geldiği açıktı.
ABD’nin savaş sonrası düzene katılmaması ve yüzünü tekrar “kendi” kıtasına dönmesiyle Afrika ve Asya halklarının “kendi ayakları üstünde durma” süreçleri, ABD’nin üye olmadığı Milletler Cemiyeti’nin manda sistemi üzerinden yani “yumuşak güç” kullanılarak yürütüldü. Hem de bizzat manda altına alınacak ülkelerin zaten sosyo-ekonomik sınırları içerisinde bulunduğu merkez (mandater) devletler tarafından![6] Sosyo-ekonomik sınırları içerisinde bulunan ülkelerin kendi siyasi-idari sınırlarına sahip olmasını isteyerek ya da mecburen ama nihayetinde ancak aşamalı bir şekilde kabullenen merkez devletler açısından esas önemli olan, bu ülkelerin sosyo-ekonomik sınırlar içerisinde kalmaya bir şekilde devam etmeleriydi zaten. Temel gaye bu olunca da hem artık ciddi tepki doğuran doğrudan sömürgeciliğin sürdürülmesi anlamındaki kaba güç kullanılmamış oluyor (daha doğrusu buna gerek duyulmuyor) hem de bağımsızlık isteyen ülkeler açısından tek hedef kılınan[7] siyasi-idari bağımsızlık manda sistemi süreciyle yani mevcut sosyo-ekonomik sınırları etkilemeyecek şekilde şekillendirilebiliyordu. Yeni bağımsızlaşan devletlere kurulan kopya kurumlar, kurumsallaşmayı sağlayacak “beşeri kaynaklar” vasıtasıyla verilen yardım/destek ve yürütülen “ekonomik ilişkiler” ise bu “yeni” devletlerin siyasi-idari bağımsızlıkları karşılığında ilgili merkez devletin sosyo-ekonomik sınırları içerisinde kalmasını mümkün/zorunlu/kaçınılmaz kılıyordu. Kısacası, siyaseten-idareten bağımsızlaşarak gönülleri ve rızaları alınan ülkelerin yeniden üretilen (ekonomik) bağımlılıkları sayesinde sistem özü itibariyle korunmuş oluyordu. Tüm bunlar ise, ABD’nin yumuşak ya da kaba güç kullanma tercihinin ötesinde uluslararası sistemin merkezine doğru yol olmasının pek de kolay olmayacağını gösteriyordu.
Her durumda, ABD’nin sosyo-ekonomik sınırlarını diğer merkez devletlerin sosyo-ekonomik sınırlarına doğru genişletmesi bu devletlerin ya yumuşak güç ya da kaba güç kullanarak ikna edilmesine bağlıydı. Sosyo-ekonomik sınırları çakışan ve bu yüzden iki dünya savaşı yaşayan devletlerin müdahil ve de nöbetçi sorun çözücüsü ve yatıştırıcısı olarak kaba güçle devreye (savaşa!) giren ABD ise, zamanla muadillerinin rızasını da alma yolunda elini güçlendirmekle meşguldü. Kaba gücün şaha kalktığı İkinci Dünya Savaşı sırasında sadece muharebe meydanlarında değil masa başında da faal olan ABD, 1944’te kurulmasına öncülük ettiği Bretton-Woods Sistemi ve hemen arkasından gelen Yalta üzeri BM yapılanmasıyla yani ironik bir şekilde yumuşak güçle konumunu epey ilerletmiş ve tüm kürenin değilse de kurulmakta olan Batı Bloku’nun ekipbaşılığını üstlenmişti. Truman Doktrini ve özellikle de Marshall Planı üzerinden siyasi ve ekonomik nüfuzunu derinleştiren ABD’nin Soğuk Savaş döneminde “hür dünya” içerisinde sahip olduğu İngiltere destekli liderlik rolü, çoğu durumda yumuşak güç yoluyla sonuç alınabilmesini olanaklı kıldı aslında. Ancak, örneğin, çeşitli nedenlerle sosyo-ekonomik sınırlarını korumakta ısrarlı davranan Fransa’nın rızasını almak -ortada bir Sarkozy de olmadığı için- pek kolay olmadı. Yine de özellikle Soğuk Savaş döneminde Doğu Bloku’na yönelik olarak kaba güç, Batı Bloku içinde de yumuşak güç (rıza) işlevi gören NATO üzerinden işleyen Blok-içi liderlik iyice pekişmiş ve böylece de Fransa’nın hem de bizzat NATO üzerinden de kendini gösteren gönülsüzlüğünün rızanın elde edilmesini engellemesi büyük ölçüde engellenmişti. Özellikle de bu ülkenin tarihsel olarak kendi sosyo-ekonomik sınırları içerisinde gördüğü Afrika ülkelerine gerektiğinde kaba güç de kullanarak müdahil olmasına göz yumulmasının sayesinde. Ve tabii ki karşı Blok’un 1956 ve 1968’de en somut işaretini veren Blok-içi kaba güç uygulamalarının uluslararası sistem düzleminde bir tür yumuşak güce tekabül etmesinin de katkısıyla.
Ancak her durumda kesin olan bir şey vardı; ve hâlâ da var: ABD’nin özellikle 1975 Helsinki Nihai Senedi’ni takiben Blok-içi liderlikten dünya liderliğine sıçrama girişimine paralel (ve de bu rolü gerçekleşebilir bir “rol” kılacak) şekilde sosyo-ekonomik sınırlarını genişletmesi öyle kolay bir süreç değildir. Zira sosyo-ekonomik sınırlarını “kendi” kıtasının çok ötesine taşımak isteyen ABD açısından dünya neredeyse ABD dünyaya açılmazdan önce parsellenmiş durumda. Bu durumda, ya müttefiklik ilişkisine sahip olduğu devletlerin ya da açık muhaliflerinin ABD sisteminin genişlemesini bir şekilde kabul etmesi gerekiyor. Soğuk Savaş boyunca Blok içi kalan ve birincil yöntem olarak kaba gücün kullanıldığı durumlarda bile esasında müttefik durumundaki diğer merkez devletlerin rızası üzerinden gerçekleştirilen bu yayılma politikası, iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle ABD’nin önünün resmen açılması sonucunda farklı bir evreye girdi. Neoliberal uygulamalara tekabül eden/denk düşen/eşlik eden bu süreçte ABD’nin mevcut sosyo-ekonomik sınırlarını dünya sathına yayma isteğini fiiliyata dökmek artık çok daha mümkün görünüyor.
Bir yandan çökmekte olan/çöken rakip sistem ve ideolojisi diğer yandan da insan hakları ve özgürlük merkezli liberal-demokrasi söylemlerinin genel olarak dünya kamuoyuna erişmek için gerekli yumuşak güç unsurlarını kabaca 1975’ten itibaren ziyadesiyle sağladığı açıktı. İlk uygulamaları Carter döneminde yapılan ve 1990’larda Clinton isminde somutlaşan “yumuşak güç” anlayışı, bu açıdan çok anlamlıydı. Nitekim, Clinton yönetimindeki ABD, ilk bakışta kaba güç (“dünya jandarmalığı”) olarak değerlendirilebilecek uygulamalara başvurduğunda bile bu, dolaşıma sokulan insanî müdahele vb. kavramlar kullanılarak yani yumuşak güç söylemleriyle icra edilebilmişti. Ortada, bir anlamda, kaba güç görünümlü yumuşak güç vardı. Rahat tavırları, sempatik pozları ya da Türkiye’de Erkan Bebe’nin burnunu sıktığı resim vb. araçlar kullanılarak Clinton üzerinden inşa edilen “yönetim tarzı” anlayışı, ABD’nin küreselleşmiş dünya sathında neredeyse eşi benzeri görülmemiş bir rızaya mazhar olmasının da yolunu açtı (Özellikle de baba Bush dönemine rahmet okutan oğul Bush uygulamaları görüldüğünde geriye dönük olarak ve Obama’ya küresel destek getirecek şekilde). Her ne kadar tarihi daha eskilere uzansa ve vebali büyük ölçüde başka isimlerin üstüne kalsa da, Clinton döneminde BM, DTÖ, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar üzerinden küresel çapta kurumsallaştırılan neoliberal politikalarla neredeyse tüm dünya ABD’nin taşıyıcısı/temsilcisi olduğu küresel sisteminin sosyo-ekonomik sınırlarına dâhil olma konusunda birbiriyle yarışır oldu. ABD merkezli tanımlanan ve fakat muhtemelen ABD’yi de aşan küresel sistem, sınırlarını yerküre sathına genişletti. Clinton da yeni dünya düzeninin (“gerekmedikçe”) kan dökmeyen ve hatta çoğu durumda rıza kavramsallaştırmasını bile çaresiz bırakacak büyük bir gönüllülüğe mazhar olan sembol/idol ismi oldu. Hem de kendisine garip bir şekilde atfedilen “uluslararası devlet adamı” payesinin içeriğini doldurmaktan çok uzak uygulamalarına rağmen: Daha “dar” kapsamlı olmakla birlikte mantığı itibariyle oğul Bush’un işgallerine öncülük eden Sudan ve Yemen bombalamaları, büyük ölçüde bilindiği halde bir şekilde “açıklanan” uygulamalardan sadece birkaçı. Ancak özellikle küresel iklim değişikliği ve evrensel yargı konularındaki tutumu, Clinton’ın akıllı manevralarının da etkisiyle olsa gerek, bir şekilde gözden kaçıyor: Zira Clinton, Kyoto Protokolü’nü ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’nü ancak görevden ayrılmadan hemen önce ve yeni Başkan olacağı kesinleşen oğul Bush’un onaylamayacağını bile bile (ve UCM örneğinde, onaylamaması konusunda Senato’ya not da düşerek!), kısacası besbelli ki “şanım yürüsün” (-ki yürüdü!) mantığıyla imzalamış durumda. (Yürüyen bu şanın Obama’ya neredeyse hiç ihtiyat payı bırakmadan verilen küresel ve muhalif destekteki payı nasıl azımsanabilir ki?)
Oğul Bush’un Başkan olması hem de artık iyiden iyiye yerleşmiş olan neoliberal dünya düzenine rağmen belki de “eski”ye dair bir tercihti. En azından hâlâ ayakta olan muhafazakar/geleneksel orta sınıfların destek vereceği şekilde mevcudu konsolide etmeye, durup etrafı kolaçan etmeye hizmet etti. Clinton’ın temsil ettiği anlayışın binbir emekle uyguladığı ve işin doğası gereği neredeyse bütün dünyanın desteğine mazhar olan/kılınan yöntemi tümüyle yanlış ilan etmek için bir de 11 Eylül gibi bir can simidi yardıma yetişmişti nihayetinde. Ve fakat, Irak işgalinin tavsamaya başlaması ve ona eşlik eden diğer küresel uygulamalar, yöntemsel zorluklar ya da yanlışlar anlamına gelmekten çıkıp ABD hegemonyasının selametini de tehlikeye atınca -doğal olarak- bir infial oluştu (içeride de bu işgallerin de etkisiyle artan ekonomik ve beşeri yükün yarattığı infial söz konusu oldu). Ve farklı bir “anlayış” (yöntem?) talebi hem içeride hem dışarıda sesini yükseltmeye başladı.
Obama’ya verilen küresel destekte ciddi pay sahibi olduğu görülen bu talebin olası nedenleri üzerine spekülasyon yapmayı şimdilik bir kenara bırakıp mevcut öfori havasının en görünür nedenini ele alalım: Obama’nın ten rengi.
Zencileri[8] sırf zenci oldukları için toplumun dışına iten anlayışa karşı yapılan uzun soluklu mücadelede bir zencinin ABD Başkanı seçilmesiyle katedilen şu son mesafe kim tarafından ve nasıl “destek verilmeyesi” bir gelişme olarak değerlendirebilir ki? Sırf zenci olduğu için aptal, tembel, pasaklı, aşağı, işbilmez, işgörmez, ayaktakımı vs. görülen ve ayrımcılığa uğrayan ve dışlanan ve uzak durulan ve iş görmez ve işe yaramaz ve değersiz ve seçilemez görülen kişilerin kendilerine reva görülen bu konumdan çıkmalarını en üst düzeyde sembolize edebilecek bir gelişme var belki de önümüzde. Zira ister melez olsun ister en karasından bir zenci, nihayetinde colored olan bir insan ilk defa atanarak değil seçimle, hem de ırkçılığın kendini en acımasızca gösterdiği ABD’de en üst pozisyona geliyor. İşbu ahvalde zenci Obama’nın Başkan seçilmesinin sadece kendisi açısından değil tüm zenciler ve hatta başta Hispanikler ve yerliler dahil olmak üzere kendisini ABD toplumundan dışlanmış hisseden herkes için heyecan/umut verici olması bir dereceye kadar anlaşılabilir. Hele Obama’nın dünyanın yeni zencilerinden olan Müslümanlarla da bir şekilde bağı olduğu düşünüldüğünde, dünyadaki tüm “dışlanmışlar”ın da kendi paylarına bu sevinçten, bu “kazanım”dan alınlarının akıyla nasiplenmesi öyle görülüyor ki kaçınılmazdır (tabii bunu eşitlik adına yapanlar kadar, nihayet sıra bize geldi diye yapanlar da olabileceğini akılda tutmak gerek).
Tam da bu noktada Barrack Hüseyin Obama’ya küresel çapta verilen desteğin arkasında yatan ilkesel duruşu hatırlamakta yarar var: İnsanların doğuştan sahip oldukları yani biyolojik/nesne yanlarına tekabül eden özelliklerini her türlü insani, siyasi, toplumsal, ekonomik, kültürel vb. faaliyet ve etkileşimde “etkisiz eleman” kılmak esastır. Bu amaca hizmet eden söylem ve pratikler geliştirilmeli ve her türlü ayrımcılık karşıtı her türlü mücadele bu esaslar üzerinden yürütülmelidir. Bunun yegâne yolu ise insanların doğuştan, biyolojik olarak sahip oldukları nesne yanlarına tekabül eden özellikler üzerine inşa edilmiş tüm değer yargılarını reddedip ıskartaya çıkartmaktır. Bu durumda, sırf zenci olduğu için belli makamlardan uzak tutulma gibi dünyanın en saçma sosyo-politik, psikolojik ve hatta patolojik uygulamasını sağaltacak tutum, birisinin ABD Başkanı seçilmesini neredeyse yine sırf zenci olduğu için daha doğrusu sırf zenci olduğuna dikkat çekerek istemek/desteklemek olamaz, olmamalıdır (Burada sorgulanan ayrımcı anlayışa karşı elde edilen herhangi bir “kazanım” zinhar değildir –ki bu durumda bile tartışılması gereken böyle bir “kazanım”ın zafer havasında kutlanmasının yerindeliğidir). Zira, başlı başına bir “değersizlik” nedeni kılınamayacak olan zenci olma hâli, başlı başına bir “değer” de kılınamaz, kılınmamalıdır. Sırf kadın olmak, sırf eşcinsel olmak, sırf Müslüman olmak, sırf Asyalı olmak, sırf X etnik kimliğinden olmak gibi nihayetinde insanın nesne yanından hareket ederek inşa edilen yargıları kırmanın, yerle yeksan etmenin, tarihin çöplüğüne atmanın tek yolu insanın nesne yanının önemsiz, hiçbir şekilde dikkate alınmaması ve herhangi bir değer skalasının herhangi bir yerine oturtulmaması gereken bir durum kılmak olsa gerektir.[9] Aksi, karşı çıkılan/reddedilen önyargıları tersinden doğrulamak ve yeniden üretmek olacak, bu ise ciddi teorik çelişki ve tutarsızlıklar anlamına gelecektir.
Teorik olarak bakıldığında, her durumda esas olan her bir ilgili kişinin politik ve sosyolojik kimliği/tavrı/pozisyonu olduğuna göre, toplumsal-siyasi olan ele alınırken ve/veya toplumsal-siyasal olanla ilgili tavır alınırken merkeze alınması gereken soru, ayrım hatlarının nereden geçtiğidir. Dışlanan, ezilen, horlanan, sömürülen ve tahakküm altında tutulan her kesim/grup/sınıf/kimlik, bu tür muamelelere maruz kalmalarına gerekçe gösterilen/olan özellikleri üzerinden pek tabii ki korunmalı, savunulmalı ve geliştirilmelidir. Tabii yeni katmanlaşmanın, yeni dışlama anlayış ve pratiklerinin zemini olmayacak şekilde. Ve yine pek tabii aslolanın yani asıl karşı çıkılanın sadece ve sadece dışlama, ezilme, horlama, sömürülme ve tahakküm altında tutulma gibi tutumlar olduğunu bir an bile olsa akıldan çıkarmadan. Bu ise, maruz kalınan muameleye gerekçe gösterilen/olan özellikleri değil maruz kalınan muamelenin bizatihi ve sadece kendisini ön plana çıkarmayı gerektirir. Aksi, sadece ilkesel gerekçeyi gözden kaçırma ya da özne ve nesnelerin isminin değiştiği ve hatta ters yüz olduğu, dolayısıyla nihayetinde benzer niteliğe sahip olacak olan yeni anlayış ve pratiklere savrulma riskini yaratmakla kalmayacak, ilkesel gerekçeden kopartılmış hedefin zamanla içinin boşalmasıyla ortaya neredeyse anlamsız bir resmin (daha doğrusu aynı resmin negatifinin!) çıkma ihtimali de artacaktır. Daha somut söylemek gerekirse, ayrımcı pratiğin “biçimsel” gerekçesi (bahanesi) üzerinden yapılan mücadelenin biçimsel engelleri ortadan kaldırma şansı belki görece yüksek olacaktır ama aynı şeyi pratiğin bizatihi kendisi için söylemek o kadar olası gözükmemektedir. Bu nedenlerle, biçimsel ayrımcılık/tahakküm gerekçelerine odaklanmış çabaların özsel değişikliği sağlama noktasındaki handikaplarına dikkat çekmek, yabana atılmaması gereken bir tutum (ihtiyat payı) olarak görülmelidir.
“Değer” kılınan biyolojik özelliklere sahip herkesin otomatik olarak kimi “iyi” özelliklerle kuşatılmış olduğu yönündeki algılayış, ciddi politik ve pratik sorunlara da gebedir. Zira iki ucu keskin bıçak işlevi görecek bu yaklaşımın pratikteki anlamı, bu kategorilere giren herhangi birinin her açıklama ve uygulamasının bizatihi kategorinin kendisini de bağlar hale gelecek olmasıdır. Oysa, örneğin ABD dış politikasına ve ordusuna hükmetmiş/hükmetmekte olanlara bakıldığında, Obama özelinde belirleyici “değer” atfedilen biyolojik özelliklere sahip olmak, Bush özelinde tepki gösterilen “kötü” uygulamaların karar-alıcısı ve uygulayıcısı olmayı engellememiştir. Teorik tutarsızlık olmanın çok ötesine geçip bizatihi kategorinin kendisini (ve de karşıtını) olumlu/olumsuz yönde etkileme kapasitesi taşıyan bu gibi “önyargılar”ın “değer” kılınan özelliklerin tersinden aşın(dırıl)masına (counter-productive olmasına) zemin teşkil etme ihtimali azımsanmayacak kadar yüksektir. Diğer yandan, “değer” atfedilen biyolojik özellikler üzerinden değerli kılınan kişilerin uygulamalarına bir çok durumda neredeyse refleks olarak değer atfedilmesi riski de ortada durmaktadır. Ele alınan konu özelinde açmak gerekirse, Obama’nın dış politika uygulamalarında bir keramet arama riskini kaçınılmaz olarak beraberinde taşıyan bu tavır, gelişmeden tüm insanlık için anlam çıkarma çabasının yüzeyselliği bir yana, mevcut sorunların çözümüne yaklaşmaya hizmet edecek nitelikte de değildir.
Kısacası, her durumda esas olan ilgili kişinin politik ve sosyolojik kimliği/tavrı/pozisyonu olduğuna göre, ister pozitif ayrımcılık isterse de 1990’ların post-modernist kimlikçi akımları adına olsun insanın biyolojik/nesne yanını “belirleyici” kılan her tutum -kısmî rahatlatıcı etkisi dışında- herhangi bir derde çare olur nitelikte değildir, olamaz. Üstelik, aksi sonuç doğurma daha doğrusu anlamlı bir sonuç doğurmama ihtimali de azımsanamayacak kadar yüksektir. Bu durumda, bir anlamda “tarihi” olan bu gelişmeyi kelimenin tam anlamıyla tarihi kılmak için yapılması gereken daha çok şey vardır. Örneğin, Obama’nın özellikle Filistin sorunundan İran’ın nükleer programına, genel dünya vizyonundan Afganistan ve Irak işgallerine dek bir dizi konuda yaptığı açıklamalarda işaretlerini verdiği anlayışa karşı şimdiden “önalıcı mücadele”ye girmek gerektiği açıkça görülmektedir.[10] Özellikle de -velev ki vaadettiği “farklı” yönetim konusunda samimi olsun ve/veya kendisine atfedilen değer gerçekçi olsun- koltuğa oturan (“Oval Ofis’e adım atan”) ve “devlet dosyaları”na hakim olan Obama’nın aynı Obama olup olmayacağı en hafif tabirle bekleyip görmemizi gerektirirken.
O zaman biri ilkesel, biri pratik, biri de sinik olmak üzere üç saptama yapılabilir.
- İnsanın nesne yanından hareketle kurulan ayrımcı politikaların ortadan kalkmasına sevinmeyi bayram havasına çevirmek ne kadar da hüzünlü…
- Görece ilerleme adına olsa olsa çok ihtiyatlı bir mutlulukla karşılanabilecek böyle bir gelişmede söz konusu olanın bir devlet başkanı, hele hele günümüz dünya konjonktüründeki bir ABD Başkanı, hele hele bir Demokrat Başkan olduğu düşünüldüğünde…
- Obama’ya verilen gözü kapalı desteğin Bush’ta somutlaşan tepkinin hangi ilkesel kaygılarla verilmiş/verilmekte olduğunun atlanması, gözden kaçırılması, göz ardı edilmesi ve hatta ettirilmesi gibi çok ciddi risk ve komplikasyonları vardır.
Peki tüm bunlar özellikle Obama’ya kayıtsız destek veren sol-muhalifler tarafından zaten düşünülmemiş olabilir mi? Tabii ki hayır!
Belki de buraya kadar yazılanlar o nedenle boş, fazlaca sinik ve hatta tümüyle anlamsız. Bu nedenle sol kamuoyunda yaygın bir şekilde rastlanan mevcut öfori havasının nedenini -Türkiye özelini akılda tutarak- belki de başka yerlerde/saiklerde/düşüncelerde aramak gerek.
Modernleşmeye, Batılılığa/Batılılaşmaya neredeyse köktenci tadında koşulsuz destek veren modern(ist) geleneksel orta sınıf açısından bakıldığında, aslında ilk söylenmesi gereken bu kesimlerin sisteme desteğinin özellikle 2000’lerle birlikte çatırdamış, çatallanmış, ikirciklenmiş durumda olması. Zira bir yanda mevcut kazanımlarını tehdit ettiğini düşündükleri küreselleşmeye karşı tüm dünya sathında milliyetçiliğe/ulusalcılığa/ulus-devletçiliğe sarılanlarda rastlanan “ne var yani Obama seçilmişse, yabancı, Amerikalı değil mi zaten”in ötesine geçmeyen bir tavır söz konusu. Kendi devletini, siyasetçilerini vs. tümüyle sorgulama sürecini dışında bırakan ve hatta en azından teorik olarak kutsayan ya da tüm gelişmelere sadece “bize etkisi nasıl olacakmış” çerçevesinde bakan bir duruş bu. Öte yandaysa, özellikle yine Türkiye özeli akılda tutulduğuna, geleneksel elitlerin, resmi tarihin/ideolojinin, medyanın ve hatta bizzat Batı dahil neredeyse tüm dünyanın elbirliğiyle model kıldığı bir “Batı” var. Ve bu “Batı”nın bu kadar hata yapıyor olmasını sineye çekecek takat de kimsede kalmadı. Model ara sıra hata yapabilir ama mutlaka gerçeği görmeli, görecektir (ve de görmüştür!). Görmemişse de ilk uygun fırsatta görmüş sayılmalıdır ki model model olmaklığını sürdürsün; paradigma kaymasın. (ABD kamuoyunun benzer kaygıları taşıyan kısmı da bu kadar hata yapıyor olarak görülmekten bıkmış olmalı). İşbu ahvelde, Obama’nın bu kesim içerisinde hem desteğe hem de -örneğin Türkiye’de görüldüğü gibi- “bizde hiç ayrımcılık olmadı ki” yollu ikircikli bir tepkiye neden olduğunu söylemek olası.
Obama’nın seçilmesine özellikle sol muhalefetten gelen neredeyse koşulsuz/ihtiyatsız desteğin temel söylemiyse bu kadar ihtiyatsızlığın çok yerinde bir tavır olamayabileceği yönündeki itiraza itiraz etmek üzerinden şekillenmekte. İhtiyat çağrıları, “evet, seçilen kişi sonuçta küresel sistemin başına geliyor ama sanki destek verenler bunları bilmiyormuş gibi burun kıvırır havalarda, sinik ve toplumun sevinçlerine yabancı bir şekilde bu tarihi gelişmeye mesafe almak yanlıştır,” söylemine muhatap olmakta. Buna göre, tutum alınmalı ve herşeye rağmen bu toplumsal kazanım desteklenmelidir. Bunu bile beceremeyenler yenilmeye daha da önemlisi halkların hissiyatına yabancılaşarak toplumsal/siyasi hayatın dışında kalmaya mahkumdur.
Bu tür söylemlerin önemli bir kısmının arkasında yükselişe geçen “dünya vatandaşı” yeni orta sınıfların da -tıpkı geleneksel orta sınıflar gibi- ABD nezdinde “Batı”yı/Batılılığı eleştirmekten yorulması olduğu ileri sürülebilir. Ancak işin rengi bu sefer biraz farklı. Zira kimisi adet yerini bulsun kabilinden kimisi kökten eleştirse de, özellikle Clinton dönemine eşlik eden neoliberal politika ve uygulamaların (muhalif) küresel okur-yazarlar içerisinde farklı duygular yarattığı aşikar.
Merkez-sağı ya da Türkiye özelinde yaygın şekilde kabul edildiği gibi merkez-sola tekabül eden geleneksel orta sınıflardan farklı olarak liberter görünümlü söylemlere sahip olan beyaz yakalıların tutumunu, en başta yükseliyor olmalarına bağlamak gerek.[11] Neoliberal devrimlerin de etkisiyle önce toplumsal bir konum kazanan, daha sonra da bu konumu iyiden iyiye genişletmiş olan (veya hala genişletme mücadelesi vermekte olan) beyaz yakalılar, sistemin yeni savunucusu ve bekçisi olma sürecinde. Kısmen mevcut modern(ist) orta sınıfın içinden filizlenen kısmen de daha başka kanallardan beslenen bu yeni (üst-orta) sınıfın (belki de “kesim” demeli) neoliberal reformlardan belki kendilerine bile itiraf etmek istemeyecekleri ciddi beklentileri bulunmakta. Özellikle yeni sürecin kanaat önderi, sözcüsü, meşrulaştırıcısı durumundakiler açısından fikri mülkiyet hakları ve telif yasalarından teknoloji-merkezli hayat algısına, diğerkâmlıktan ziyade yüce gönüllülüğe ve merhamete yaslanan ve dolayısıyla yapısal sorgulamanın ucunundan kıyısında geçmeyen “butik” insan hakları ve çevre savunuculuğundan bohemvari hayat tarzına (life-style anarşizm!), alışveriş ve marka tutkunluğundan e-dizilere kadar bir dizi yeni anlayış ve pratikte vücut bulan, “Amerikan rüyası”na inanmış, Bill Gates, Al Gore gibi idolleri olan ve dünyanın her yerinde çalışabilme, yaşayabilme ve tutunabilme yeteneği, becerisi, kapasitesi ve niteliği olduğuna tüm kalbiyle inanan beyaz yakalılar için “eski” dünya anlayışının temsil/tezahür ettiği her türlü sosyal, yasal, idari, kültürel ve beşeri örgütlenme biçimi de artık demode ve çağın gerisinde. Bir şekilde yenisiyle (yani, kendilerinkilerle) değiştirilmeli. Ulus-devlet yapısının belki de varlığına içkin olan insan hakları üst başlıklı konulardaki arızalardan, bürokratik atalet, irrasyonel örgütlenme ve hatta yaşın temsil ettiği “tecrübe” gibi her türlü çağdışı özellikten (McCain!) uzak duran bu anlayış için “küresel vatandaşlık” fikri, “klasik/romantik” enternasyonel ve günümüz “eleştirel kozmopolitan” yaklaşımlarla uzaktan yakından ilgisi olmasa da, insanlığa adeta “güzel günler”in reçetesi olarak dayatılmakta. Yeninin, gencin, dinamik ve farklı olanın ve mümkünse böyle “tecrübesi” de olmayanın kutsandığı ilk bakışta son derece devrimci görünen bu rüzgar (Change. Yes, we can!), yükselen/yükselmek isteyen, yükselirken yükselene yaslanan ve yükselir yükselmez de yeni “yüksek” olacak olanın ayak sesi değil mi aslında?
Tüm insanlık temalı ama tam da karşısına dikildiği mevcut yapı gibi dar bir kesime refah/olanak/hizmet/hak/öznelik sunan/tanıyan bu yeni ideoloji, küresel anlamda ciddi bir mücadeleye de işaret etmekte. Mevcut hataların zaten arızi, kişisel ve yöntemsel olduğunu alttan alta işleyen bu anlayışa göre neredeyse tüm sorunlar gerekli değişikliklere pekâla çözülebilir nitelikte, yeter ki dünyanın daha yaşanabilir bir yer olmasının önündeki engeller kalksın (Obama’ya verilen destek de zaten tam da bu inancın/umudun dile gelmiş hâli değil mi?[12])
Görünüşte ABD içinde somutlaşan ama tüm küreyi esir alan bu mücadelede (muhalifler açısından) iyiyi kötüden, desteklenmesi gerekeni desteklenmemesi gerekenden ayırmaya yarayacak soru ise şöyle formüle edilmekte ve hatta dayatılmakta: Uluslararası ve küresel sorunları uluslararası kurumlar üzerinden diyalog ve işbirliğiyle çözmeye önem ve öncelik verme yani uluslararası işbirliği mi uluslararası rekabet ve hatta mücadele mi? Diplomasi mi güç mü? Barış mı Savaş mı? “Küresel toplum” mu ulus-devlet mi? Ya da ABD seçimlerinin alt gündemi açısından sormak gerekirse, Demokratlar mı Cumhuriyetçiler mi?[13] (Yani bilgi teknolojileri mi askeri-sınai kompleks mi?) Sanki asıl “soru(n)”lar bunlarmış gibi… Daha doğrusu dünyanın herhangi bir zamanında ve mekanında asıl sorun yöntemsel tercihlerden kaynaklanmış gibi… Ya da iki bakış dışında arayışlar, duruşlar üretilemezmiş gibi.
Doğru, ulusalcılık, etnik milliyetçilik, kimlikçilik, cemaatçilik ve bölgeselcilik dışında alternatif insanî dünya görüşleri oluşturamamış yüce insanlık hata yapmayan, hata yapsa da düzelten, ayrımcılık yapmayan, yapsa da yapmamayı öğrenen bir imgeye (mevcut durumda bir Batı imgesine) muhtaç. Ne de olsa insanca yaşamayı, dayanışmayı, paylaşmayı, özgürleşmeyi, gelişmeyi, eşitliği ve kimlikçi-dışlayıcı-çatışmacı olmamayı modernizme/Batılılığa/Batılılaşmaya indirgemiş ve aynı derecede dışlayıcı savrulmalar bir yana bunun dışında bir bakış açısı üretememiş olanın başka çaresi yoktur.
Bu fasit dairenin dışına çıkmak isteyenler açısındansa ne ortada çok sevinecek bir durum var gibi görünmekte, ne de sevinmeye vakit…
[1] Burada kastedilen, dengenin yeniden sağlanması ihtimalinin herhangi bir güç lehine bozulma ihtimalinden/umudundan daha yüksek olduğu durumlardır. Tersi durumda söz konusu olanı “yıkıcı belirsizlik hâli” olarak niteyelebiliriz. “Kaba güç”ün ön plana çıktığı bu tip durumlara en güncel örnek 2000’ler ABD/Bush politikasıdır.
[2] Bu bölüme ve hatta tüm yazıya dipnot olmak üzere hemen belirtmek gerekir ki, ABD resmi politikalarının genel bir resmini çizmeye soyunan ve ana eğilimleri anlamlandırmaya çalışan bu yazı, kaçınılmaz olarak en az iki temel arızayla malül.
Birincisi, kaçınılmaz genellemelerden yola çıkan ve/veya kaçınılmaz olarak genellemeler yapan her yazıda olduğu gibi birçok ayrıntı, mücadele, gerilim ve siyasi gelişme atlanmakta ve hatta yok sayılmakta. Bu ise diğer merkez devletler bir yana özellikle her türlü beşeri dinamiği analizin merkezinden öteye, genel anlatının nesnesi konumuna itmeyi beraberinde getirmekte (Hatta ayrıntılı tartışma gerektiren birçok gelişmeyi bir dipnota indirgemeyi bile beraberinde getirebilir! Örneğin bkz. aşağıda dipnotlar 5 ve 6) . Kısmen uluslararası ilişkiler bakışının yarattığı mesleki deformasyon sonucunda kabaca “siyaset bilimi” ve “sosyoloji” alanlarına giren tüm olguları ve olayları görünmez ve böylece etkisiz kılan/gören bu yaklaşımın, tümüyle açıklayıcı olmasa da şöyle bir gerekçesi/mazareti olabilir: Nihayetinde ele alınan, ABD dış politikasının dünya politikasını en makro düzeyde etkileme dinamikleridir. Bu ise, gelişmelere esas olarak ABD resmi politikalarının gözünden bakmayı ve diğer her türlü dinamiği en iyi ihtimalle ikincil plana atmayı bir şekilde beraberinde getirmektedir. Kaldı ki uluslararası ilişkiler disiplini de, onca defosuna rağmen, tarihin en azından bir kısımını okumaya ehildir.
İkincisi, yine hemen hemen her genel analizde rastlandığı gibi, kullanılan dil de ciddi bir risk içermektedir. Zira kullanılan, tarihsel gelişmeleri beşeri dinamiklerin çok karmaşık süreçler çerçevesinde ortaya çıkardığı gelişmelerden ziyade neredeyse önceden belirlenmiş belirli bir tarihsel çizgi üzerinden anlamlandıran, daha güncel bir kavrama başvurmak gerekirse, neredeyse komplo teorisi benzeri bir belirlilik üzerinden anlattığı/okuduğu izlenimi veren bir dildir nihayetinde. Yine kısmen mesleki deformasyona bağlanabilecek bu üslubun da yine tümüyle açıklayıcı olma iddiası taşımayan şöyle bir gerekçesi/mazareti var: Evet, tarihsel olaylar, hele hele dünya tarihi(nin bir kısmı), belirli bir merkezden belirlenen teoriler/fikirler/politikalar üzerinden okunamaz, okunmamalıdır. Ve fakat, her tarihsel gelişme de içerisinde belirli bir tarihsel süreklilik taşır. Tarihsel kırılma mücadeleleri kadar tarihsel süreklilik mücadeleleri yani mevcudu koruma ve kendi lehine genişletmeye odaklanmış mücadeleler de mevcuttur. Bu durumda, özellikle günümüze kadar olan tarihsel süreç içerisinde neredeyse sürekli olarak pozisyonunu genişletmiş bir aktör söz konusu olduğunda, bu “yükseliş”in hangi politik ve pratik çizgi üzerinde hareket ettiğini tespit etmeye çalışmak, her türlü riskini üstlenmek kaydıyla, olası çizgilerin oluş(turul)masında etkili olan teorik arkaplana odaklanmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Kısacası, kullanılan dilin hikayemsi akışı, ortaya meteafizik/insan iradesi ötesi bir resim çıkarmayı değil, geçmişi şimdi ve gelecekle bağlantılandırmayı amaçlamaktadır.
[3] Meksika diktatörü Porfirio Diaz’a atfedilen ve Latin Amerika sathında yankı bulan “veciz” bir söz de şöyle demektedir: “Tanrı’dan çok uzak, ABD’ye çok yakın…”
[4] Uluslararası sistemde geriden gelenin, tahta göz dikenin mottosu şeklinde de tezahür etmiş idealist yaklaşımın/söylemin ilk örneklerinden olan ve yaygın olarak Açık Deniz/Mare Liberium (1609) olarak bilinen Grotius’un ünlü kitabının tam adını hatırlamak bile söylenmek isteneni özetlemeye yeter niteliktedir: Denizlerin Serbestliği veya Hollandalıların Hint Okyanusu Ticaretinde Yer Alma Hakkı (The Free Sea, or A Disputation Concerning the Right Which the Hollanders Ought to Have to the Indian Merchandise for Trading). Ulusal toplumlar bağlamında yaygın olarak verilen örnek de, 1789’a önayak olanların bu süreçteki söylemleriyle sonrasında kullandıkları dil ve uygulamaların karşılaştırılmasını esas almaktadır. Öte yandan, mevcut pozitivist hukuk anlayışı ve uygulaması gereği iktidara/egemenlere önermede bulunmak durumunda olan insan hakları ve çevre hukuku aktivistlerinin/teorisyenlerinin de doğal hukuka başvuruyor olması, başka bir açıdan da olsa, pozitif hukuka müdahil olma arayışı açısından benzer bir özellik taşımaktadır. Tabii ciddi niteliksel farklılıklar bir kenara not edilmek kaydıyla.
[5] Bu “siyasi bağımsızlık” çağrısının yapılmasındaki en önemli etkenlerden biri de, bir yıl kadar önce gerçekleştirilen ve temel vaadi “ekonomik bağımsızlık” olan Bolşevik Devrimi’dir.
[6] Bağlantısızlar Hareketi bile yola “Asya ve Afrika Halkları” olarak çıkmış ve Latin Amerika devletleri devreye ancak neredeyse 2000’lerde girmiştir.
[7] Belki de hem Fanon hem de onun Yeryüzünün Lanetlileri kitabına önsöz yazan Sartre bu yüzden anti-kolonyal hareketleri iki-ayaklı olarak tanımlamıştı: Hem sömürene hem de bunu teori ve pratiğiyle yeniden üreten sömürülene karşı olmak üzere.
[8] Malum, political correctness adına tercih edilen kavramların (örneğin, siyah) murat edilen amaca ne kadar hizmet ettiği tartışmalıdır. Zira, farklılıkların “doğal” karşılanması anlayışıyla -daha doğrusu farklılıkları doğal karşılamayarak dışlayan/aşağılayan anlayışına karşı- geliştirilen bu yaklaşım, dil üzerinden üretilen mevcut aşağılamaya dolaylı olarak da olsa bir çeşit “haklılık/yerindelik” bahşetme ve farklının “kötü” olduğu hükmünü bir şekilde kabul etme riski de taşımaktadır. Yalnız, toplumsal bağlamlarında telafi edilemez olumsuz çağrışımlarla yüklenen kimi ifadelerin (örneğin, negro/nigger) yenileriyle değiştirilmeleri (örneğin, black) de temel insanî saygının gereğidir. Bu yazıda “zenci” ifadesinin tercih edilmesi ise, hem “toplumsal bağlam” ve “geçerli dil” itibariyle böyle bir değişikliğin illa ki gerekli görülmemesinden hem de “gerekli” görme tavrının -en azından kimi durumlarda- aşağıda “butik” olarak tanımlanacak makyajcı, yani özde değil sözde değişikliği esas alan ve bunu da kötü bir kopya olmanın ötesine taşıyamayan yaklaşımlara mesafe alma isteğinden kaynaklanmaktadır.
[9] Tam da Obama rüzgarına eşlik eden dönemde Almanya Yeşiller Partisi’nin eşbaşkanlığına seçilen Cem Özdemir’in açıklaması tam da söylenmek istenene işaret etmekte: “Önemli olan Türk kökenli olarak seçilmem değil, Türk kökenimin önem taşımaması” (Radikal, 17 Kasım 2008). Bu haberi duyuran gazetenin başlıkta kullandığı ve spottan da verdiği bu açıklamanın önüne yine de “Almanya’da ‘ilk kez bir siyasi partinin lideri seçilen Türk’ sıfatını kazanan Cem Özdemir…” ifadesini eklemesi dikkate değer. Ayrıca Hürriyet gazetesinin özellikle Almanya baskısının, yıllar önce Cem Özdemir siyaset sahnesinde ilk kez belirdiğinde, Türkiye’nin resmi tezlerine itibar etmeyen -genel olarak “Türkiye’nin ve Türkler’in temsilcisi” profiline uymayan- tavrı nedeniyle onun hakkında yürüttüğü karalama kampanyasını da unutmayalım. Özdemir’in kulağındaki küpeye “takıp”, cinsiyetçi bayağılıklara kadar vardırılmıştı bu kampanya.
[10] Söylenmek istenen Obama’nın “kötü” uygulamalara imza atacağının (şimdiden) belli olduğu değil, olamaz (aksi durumda yukarıda dipnot 2’de düşülen notlar anlamsız olurdu!). Öte yandan, gelecekte etkileşime ve etkilemeye açık bir süreç olduğu kabülünün anlamlı bir pozisyon haline gelmesi, ancak ilgililerin/aktörlerin olası poziyonlarını, beslendikleri anlayışları ve niyet/politika beyanlarını bir şekilde dikkate almakla mümkündür.
[11] Bkz. yukarıda dipnot 4.
[12] İngiliz The Sun gazatesinin Neil Armstrong’un Ay’daki ilk adımını tanımlamak için söylediği “benim için küçük, insanlık için büyük bir adım” sözüne atfen attığı “İnsanlık için dev adım” başlığını özellikle zikretmek gerek! (“One giant leap for mankind”, The Sun, 5 Kasım 2008)
[13] “Hem madem onlar yönetiyor, bari iyi yönetsinler.”… “Ki zaten ABD sadece Amerikalılara bırakılamayacak kadar önemlidir.”
* *Birikim, Sayı 236-237 (Aralık 2008-Ocak 2009), s. 132-140.