BM: Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime

26 Eylül 2012yazar Erdem Denk

“Geldiğimiz noktada, güçlü, etkin ve güvenilebilir bir BM’ye ihtiyacımız olduğuna şüphe yoktur. Bu amaçla, uzun süredir ihmal edilen BM reformu konusuna artık el atmalı ve bu örgütü amacına uygun hale getirmeliyiz.

BM’nin çalışma yöntemleri ve yapısı dünyanın bugünkü gerçekleriyle uyumlu değildir.

Öncelikle, uluslararası barış ve güvenliğin muhafazasından sorumlu BM Güvenlik Konseyi’nin daha işlevsel, temsil gücü yüksek ve etkin bir niteliğe kavuşturulması gerekmektedir.

Konsey, dünyanın gerçek ihtiyaçlarına cevap vermelidir.

Güvenlik Konseyi’nin, 21. yüzyılda hepimizin karşılaşacağı muazzam sınamalar karşısında anlamını yitirmemesinin tek yolu budur.”

Dışişleri Bakanı A. Davutoğlu’nun 28 Eylül 2012’de BM Genel Kurulu açılışında yaptığı konuşmadan.

 

 

Türkiye’nin son olarak Davutoğlu’nun BM Genel Kurulu açılış konuşmasıyla dillendirdiği BM sisteminin (yani uluslararası sistemin) reforme edilmesi çağrısı epey dikkat çekici. Malum, Türkiye, epeyce bir süredir ve çeşitli yetkili ve de yetkisiz ağızlardan, BM sisteminin 1945’in dünyasını yansıttığını ve günümüz açısından adaletli ve etkin olmadığını söylemekte. Buna göre, BM sistemi revize/reforme edilmeli ve 5 daimi ve de vetolu üyesi olan Güvenlik Konseyi’nin yapısı değiştirilmeli. Zira dünya 5 devletin insafına bırakılamaz. Yoksa BM anlamını yitirecek.

*

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve çalışma şekli, özellikle de uluslararası ya da uluslararasılaşmış uyuşmazlık ve çatışma dönemlerinde daha çok gündeme gelen çok önemli bir sorun. Malum, Birleşmiş Milletler (BM), İkinci Dünya Savaşı’ndaki müttefik devletlerin -ki ABD’nin savaşa girmesinin hemen ardından yayınlanan bildirgelerine (Declaration by United Nations, 1 Ocak 1942) atfen bir adları da United Nations/Birleşmiş Milletler idi!- savaş sırasında yaptıkları toplantılar silsilesiyle kotarıldı ve Haziran 1945’te de kuruldu. İşte o “savaş da yaparız uluslararası sistemi de kurarız” toplantılarının belki de en önemlisi olan Yalta Konferansı’nda (Şubat 1945) üzerinde uzlaşılan “daimi üyelik ve veto sistemi”ne göre, 5 devlet, BM’nin en kilit organı olan Konsey’in hem daimi üyesi konumunda hem de veto yetkisini haiz. Özellikle uluslararası barış ve güvenlik konularında bağlayıcı karar alma yetkisine sahip kılınan yegâne organ olan Konsey’de sahip olunan bu yetki/ayrıcalık, bazılarının “daha eşit” olduğunun tescil ve ilanı anlamına gelmekte. Zira ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa veya Çin’den bir teki bile olumsuz oyuyla daimi ya da geçici diğer tüm üyelerin oylarını resmen anlamsız hatta geçersiz kılabiliyor ve bu da daimi üyelerden herhangi birisinin kendisi ya da dostları açısından uygun görmediği bir kararının alınamaması anlamına geliyor. Tam tercümesi şu: 1. Daimi üyeler ve müttefikleri zaten uluslararası barış ve güvenliği tehdit etmez (aksini düşünenler bir daha düşünmeli); 2. Daimi üyeler (ve müttefiklerinin) uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiğini düşündükleri her olay uluslararası barış ve güvenliği gerçekten tehdit ediyordur (aksini düşünenler bir daha düşünmeli); 3. İlk iki ihtimal dışında bir düşüncesi olanlar da muhtemelen uluslararası barış ve güvenliği tehdit ediyordur ya da etmek üzeredirler.

Şimdi, bu sistemin, özellikle Sovyetler Birliği’yle ABD’nin “küresel ortaklar” olarak ipleri tümüyle ele aldığı 1956 sonrası dönemde bu iki ülke ve blokları adına tıkır tıkır işlediği açık. Bu devletler yanında kümelenen ve hizalanan devletler için de istisnai durumlar hariç endişeye mahal yoktu. 1960’larla Bağlantısızlar/3. Dünya devreye girmişti ama tanınmalarının/kabul görmelerinin bir nişanesi olarak BM’ye katılmaları ve BM içinde muhalefet aramalarıyla BM’nin temsil ettiği siyasi ve hukuksal zemin de genişledi. BM, savaş sırasındaki bir cephenin adı olmaktan “gerçekten” “uluslararası/evrensel” olmaya doğru geçti. Uluslararası barış ve güvenliğinin ne olduğu, nasıl sağlanması gerektiği ve maazallah bir sorun durumunda nasıl bir hukuksal ve siyasal sürecin izlenmesi gerektiği konusundaki kurallarıyla birlikte. Kısacası, BM’nin ayrıcalıklı ve “daha eşit” üyelerinin ve hatta onlar içinde “daha da eşit” iki blok-başının inisiyatifine bırakılmış “uluslararası barış ve güvenlik” sistemi, artık bir norm olmuştu.

Devam etmeden iki noktayı vurgulamakta ve açmakta yarar var: BM’nin kuruluş gayesi de ana/yegâne derdi de hep ve her zaman “uluslararası barış ve güvenlik”ti; hiçbir zaman ve özellikle de evrenselleşmesini takiben kendisine ola ki makul nedenlerle de atfedilegelmekte olan tüm “olumlu” özelliklerle beklentilere rağmen, “uluslararası hukukun üstünlüğünü gözetme ve adalet” olmadı. Buna rağmen BM’ye atfedilen (BM’de vehmedilen?) “meşruiyet”, muhtemelen neredeyse tüm dünya devletlerinin üye olduğu tek yapı olmasının getirdiği temsil kabiliyetinden ve bunun uygulamadaki etkilerinden kaynaklanıyordu. Zira 5 daimi üyenin bölgesel/coğrafi/stratejik/ideolojik/çıkarsal vb. dağılımı göreli bir denge durumu sağlıyor, bu da üstünde uzlaşıl(a)mamış “uluslararası barış ve güvenlik” konularının ancak bir istisna teşkil etmesiyle sonuçlanıyordu. Kaldı ki, blok-başları kendi bölgelerine çekidüzen vermekte serbestti. Yani oralarda “uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden” tanımlamasına girebilecek gelişmeler pek yaşanmıyordu! Daha da “uluslararası barış ve güvenliği” tehdit eden varsa, gereği yapılabilirdi -ki pek gereği de olmadı.

Ne zaman ki “Soğuk Barış” bitti, mevcut denklem de türbülansa girdi aslında. Artık BM’nin ana derdi olan “uluslararası barış ve güvenlik”in ne olduğunu tayin ve tespit etmek neredeyse olanaksızdı. Ya da eskinin tersine böyle bir tespiti ancak istisnai durumlarda yapmak mümkün olacaktı. Kaos ve belirsizlik arttıkça, paradoksal olarak, BM’den beklentiler de artmaktaydı. Kimilerine -daha doğrusu görece güçsüz durumdaki devletlere- göre olası tek/en üst “bağımsız” ve de meşru mercii BM olabilirdi. Ehveni şer. Zira iki-kutupluluğun yerini çok-kutupluluk daha doğrusu tam bir “uluslararası” ilişkiler dönemi almıştı. Öte yandan, eski cendereden kurtulan birçok görece güçlü veya başaltı devlet, yeni sistemde yer tutma, mevzi kazanma, oyunun kurallarını değiştirme ve yeni kuralları biçimlendirme isteğini BM’de somutlaşan düzen açısından da dile getirme fırsatı kolluyordu. Zaten BM de özellikle Kofi Annan dönemiyle ciddi bir reform tartışması içine girmişti. Gelen ilgili talepler de “doğal olarak” 5 daimi üye üzerine bina edilmiş Güvenlik Konseyi sistemine dairdi. Sistemin “adaletsiz” olduğu söyleniyor ve “adalet için” daimi üyelik sisteminin gözden geçirilmesi talep ediliyordu. Ama ufak bir ayrıntı vardı: Ciddi(ye alınan) talepler, ya mevcut daimi üyelerin (bir kısmının) yenileriyle değiştirilmesi gerektiği yönündeydi ya da Konsey’e yeni daimi üyelerin alınması yönünde. Öyle ya, kartlar yeniden karılırken Afrika, Arap dünyası, İslam dünyası, Latin Amerika ve Asya alt kıtası gibi bölgeler (yeni jargona uyarlarsak, “medeniyet havzaları”) da dikkate alınmalı, çektiği ceza artık sonlanması gereken ve zaten AB’nin de (ekonomik) motoru olan Almanya gibi devletler de unutulmamalıydı. Onlar da daha güvenlikli, daha barışçıl ve daha adil bir dünyanın kurulmasına verecekleri katkıları daha üst düzeyde sunmak için sabırsızlanıyorlardı. Kesin olansa, BM’den ve/veya ilgili ülkelerden yükselen bu minvaldeki sesli düşünme pratiklerinin, daimi üyelik ve veto sistemine değil, bu düzenin taşıyıcı kolonlarının kim ya da kimler olacağına yönelik olduğuydu. Kısacası, besbelli ki adaletsiz bulunan, sistemin bizatihi kendisi değildi; sorun aktörlerin kim olacağıydı ve oyuncu değişikliğinin vakti gelmişti. Oysa, aksi gibi görünse de aslında konjonktür böylesi “köklü” bir değişikliğe uygun değildi; üstelik, böylesi bir “mevzuat değişikliği” ancak mevcut yapının dolayısıyla mevcut daimi üyelerin onayıyla yapılabilirdi ve bu da zinhar mümkün değildi. Olmadı zaten.

 

 

Gelgelelim, “Soğuk Barış” boyunca aykırı tepkileri emen BM sistemine etkileri ve sonuçları açısından çok daha ciddi bir itiraz da yükselmeye başlamıştı. Hem de “içeriden”. Aslında kabaca 1975’teki Helsinki Nihai Senedi’yle ABD lehine kırılan güç dengesi, Doğu Bloku’nun dağılmasıyla resmen sonlanmıştı ve 1990’larla yeni arayışlar da başlamıştı. NATO marifetiyle tedavüle sokulan yeni güç dengesi ve öncü uygulamaları, 11 Eylül saldırılarıyla aranan uygun ortam da bulununca, 2000’lerin hemen başında ABD’nin tek yanlı sorgulamalarıyla yeni bir biçim kazandı. Öyle ki, yönetimin önemsenen isimlerinden neo-con Richard Perle, “Thank God for the Death of the UN” diye bir makale bile yazdı. Eski güç dengesini yansıtan BM sistemi artık işlevsiz ve de gereksizdi. Çok şükür ki, ölmüştü. “Ya bizdensiniz ya da onlardan, yanımızda yer almazsanız da siz bilirsiniz, biz yolumuza bakarız” söylemiyle çıkılan yolda BM’ye “meşrulaştırıcı bir araç” olarak bile ihtiyaç yoktu. Ama keşke bu kadar basit olsaydı. Muhtemelen the Realist diye anmakta hiçbir beis olmayan “derin dünya politikacısı” H. Kissenger hemen devreye girdi ve böylesi işlevsel ve evladiyelik bir örgütün hemen tu kaka ilan edilmesinin yerinde olmayacağını buyurdu. Bu türden yapılar, “velev ki tek taraflı girişimler”e çok taraflılık izlenimi vermek için biçilmiş kaftandı ve tam da bu nedenle şu zor günlerde sahip çıkılmayı hak ediyordu. Birçok eleştirel ekol dâhil anaakımın küresel sistemin başında bulunduğunu kabul ettiği ABD açısından BM sistemini fazla kurcalamak hayra işaret olmazdı. NATO tabii ki ön planda olmalıydı ama BM de her ihtimale karşı ve hiç değilse sistemin meşruiyetini sürdürmek için canlı tutulmalıydı. Üstelik NATO’nun dünya jandarmalığına soyunduğu bir dönemde BM’yi tekrar devreye sokmayı öneren karşı görüşler de böylece yatıştırılabilirdi. Hatta ve hatta, “uluslararası barış ve güvenlik” uygulamalarının NATO eliyle yürütülmesi için 5 daimi üyeden Çin ve özellikle de Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto yetkilerini makul olmayan gerekçelerle kullandığı (unreasonable veto) gerekçesinin makul bir şekilde öne sürülebilmesi gereği bile tek başına BM’nin varlığının devamını açıklamaya yetebilirdi. BM, hiçbir iş için değilse bile işe yaramadığının görülmesi ve NATO’ya mecburen başvurulmak durumunda olunduğunu göstermesi için/açısından işlevseldi ve gerekliydi. (Kaldı ki, “uluslararası barış ve güvenlik” dışındaki birçok evrensel meselenin ele alınması için de BM’nin varlığı elzemdi. Zira BM, her durumda soft-power aracı olarak da kullanılabilecek bir zemin sunabilirdi.) 1990’larla başlayan döneme insanî bir nizam vermek ve teröristleri, serserileri, başarısız devletlerle diktatörleri alt ederek demokrasiden bihaber yöneticilerin elinde inleyenleri sulha kavuşturmak için gerekeni yapmak, uygun araçları kaçınılmaz kılıyordu zaten. Bu gibi dertleri olmayanların 1945’lerin siyasal ve hukuksal dengesi nedeniyle BM çerçevesinde elde ettikleri yetkileri uygun şekilde kullanmaları da beklenmemeliydi. Hele yeni dertlerle uğraşmanın zamanı hiç değildi. BM, reforme edilemediğine (ve böyle bir ihtiyaç/zorunluluk da olmadığına) göre, by-pass edilmeliydi.

Bu türden yaklaşımlarda adı ima yoluyla da olsa doğrudan geçen Çin ve özellikle de Rusya açısından bakıldığındaysa, en azından kazanılmış bir mevziin kaybedilmemesi esastı. Eski güzel günlere iç geçirerek bakan Rusya için böylesi bir araç/zemin/yetki, dosta düşmana kendisini her daim hatırlatmanın bir nişanesi, tekrar harekete geçene kadar çekildiği hatta bir destek takozu idi. Gerektiğinde -yani epeyce- kötü polis olsa ya da sayılsa da, nihayetinde mahallenin polislerindendi. Hâlâ. Çin, neredeyse “Orta/Merkezi Krallık” adıyla teberrüz ettiği binyıllar öncesinden bu yana kapandığı kabuğundan İkinci Dünya Savaşı sırasında “United Nations” cephesi için/adına Japonlara yönelik direnişin kalesi olarak bir nebze çıkmıştı. Çan Kay Şek’in (ve de karısının) usta diplomasisiyle dünya politikasına dâhil olmuştu. BM Güvenlik Konseyi’ne daimi üye oldu. Veto yetkisine sahipti. Gerçi, bu saadet kısa sürdü ve epeydir süren iç savaşla ülke bölününce Çin denince hangi ülkenin anlaşılması gerektiği konusunda bir tartışma çıktı. United Nations’ın kurucularından Çan Kay Şek liderliğindeki Milliyetçi Çin (Tayvan), uzunca süre sessiz sedasız BM’deki önemli koltuğu doldurdu. Ta ki, eski müttefikleri Tayvan’ın bu koltukta illegal bir şekilde oturduğunu ve asıl sahibin Komünist Çin (Pekin) olduğunu 1971’te fark ve ilan edene kadar. Gerçi koltuğun yeni sahibi de binyıllık anlayışın dışına çıkmaya pek niyetli değildi. Ancak post-Mao dönüşüm çerçevesinde piyasa sosyalizmine/devlet kapitalizmine doğru yelken açınca ve bunun ekonomi-politik sonuçlarını da alınca, işgal ettiği koltukta şöyle bir doğrulup arkasına yaslandı Pekin. Dolayısıyla, daimi üyeliğin tadını çıkarma ihtiyacını -hâlâ çok sınırlı olsa da- ancak 1990’larda ve özellikle de 2000’lerde hissetti. Çoğu Rusya’yla beraber olsa/algılansa da, bu ciddi yetkisini artık ufaktan kullanmak da istiyordu ve daha da önemlisi Afrika başta olmak üzere Avrupa dâhil pek çok bölgeyle iş tutarak dünya sahnesinde boy göstermek niyetindeydi. Yavaş yavaş. Çin, geç bulduğu daha doğrusu kıymetini pek bilemediği bu araca en azından kimi durumlarda başvurmak istiyordu. Madem böyle bir yetki vardı, kullanmak lazımdı. Potansiyel yayılma alanlarında köşe tutmak ya da beni de hesaba katın demek için bu düzeyde daha manidar bir araç olamazdı. En azından örneğin ABD’nin sözde insani gerekçelerle Çin’in ilgilendiği dünyaya kendi insaniyet anlayışını dayatmasına izin verilmemeliydi. Ama aksilik bu ya, şimdi de Güvenlik Konseyi’nin altı oyulmaktaydı ve/veya bu türden vetolar ABD ve müttefiklerinin BM’yi bir kenara atmasına gerekçe oluyordu. Zira makul davranmayanın Çin olduğuna şüphe yoktu. Azgın ve de vahşi kalkınma hamlesi herhangi bir insanî dile başvurmadan doğrudan ekonomiye odaklandığı için, 500 yıllık diplomasinin benzer uygulamaları ambalajlamakta kullandığı incelikli dille belagate hâkim olmadığı gibi bunu dert de etmiyordu belki, ama uluslararası meşruiyetin eldeki tek makamı olarak sunulan BM’de oyunbozanlıkla suçlanmak Çin’i zaman zaman zorluyordu. En azından “duygusal olarak”. Kısacası, BM’nin ne olduğu ve ne olacağı artık Çin’i de illaki ilgilendiren bir konu.

Kısacası, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve daimi üyelere verilen veto yetkisi, değişik zamanlarda, farklı aktörler tarafından ve farklı gerekçelerle sorgulanabildi, sorgulanabiliyor. Her durumda bir şekilde başvurulan ya da işaret edilen gerekçeler de uluslararası barış ve güvenlikten başlayıp adalet ve insaniyete dek uzanan bir dizi kavrama dayanıyor. İçlerinin nasıl doldurulacağı gibi koskoca bir soruyla birlikte…

Bu genel çerçeveden bakıldığında, Türkiye’nin son yıllarda artan taleplerini konumlandırmak belki daha da kolay. Zira nasıl ki etki alanını ya sabit tutmak ve kollamak ya da artırmak ve genişletmek isteyen her devlet bir şekilde adalet, barış, güvenlik ve hatta insaniyet namına BM’deki (olası bir) rolünün/yetkisinin çok işlevsel olduğunu/olacağını ileri sürüyorsa, Türkiye de onu yapıyor. Bu dünyaya nizam verenlerden olmalıyım diyor. Benim verdiğim/vereceğim nizam sizinki gibi olmaz, gerçekten adalet, barış, güvenlik ve hatta insaniyet getirir diyor: Batılıların acımasızca sömürdüğü Afrika’nın makûs talihini yenmeye yardım edecek hasletlerimiz var. İyi huylu müteşebbis ruhlar yola revan olalı da epey vakit oldu zaten. Tarihimizden aldığımız sorumluluklara güveniyoruz. Yeni Türkiye’nin yeni dış politikası… Dünya’nın merkezi artık Batı değil ve dünya 5 devletin insafına bırakılamaz.

Uluslararası ortam açısından bakarsak, evet, “maalesef”, epey illüzyonlu bir tutum olan “idealizm”e (günahı boynuna) canhıraş başvuranlar hep iktidara yürüyenler, iktidardan iktidar talep edenler oldu. Mevcut statükonun bir parçası olmanın başka yolu da görünmüyordu onlara göre. Egemenler/Ayrıcalıklılar kolaya pabuç bırakmayacağı için, ezilenlerin yarenliği gerekliydi. Köprüyü geçene kadar. Köprünün kendilerine de kullandırılacağını sananlar da bir ucundan tuttu. Söylem ve de belagat başka türlüsünü pek akla daha getirmeyecek türden albeniye sahipti. Belki inanmak istiyordu bazıları da. Ama her köprüyü geçen, merdiveni çekiverdi ve de artık parçası olduğu statükonun yılmaz bekçisi oldu. Başkan Wilson’dan başlayarak ABD’nin yaptığını hatırlamak yeter de artar bile. Aslında bazı Bağlantısızlar için de aynısını söylemek gerek, ama neyse…

İç gündem/yapı açısından bakılırsa da, büyük ölçüde yöntemsel ve “ideolojik” itirazlar bir kenara bırakılırsa, Türkiye geleneksel seçkinlerinin aslında yeni politikaların taşıyıcılarından çok farklı bir yerde durmadığı da açık. Zira Ortadoğu konusunda kaşlar biraz kalksa da, örneğin “Türk yurdu” Balkanlar konusunda öncü rolü oynamaya çoktan/hep/her daim hazırlar. Afrika zaten bu günleri bekliyordu ama biraz temkinli gitmekte yarar var. Her Dışişleri mensubu meslekten, her vatandaş da fahri büyükelçi nasıl olsa. (Giriş paragrafının sonundaki “Yoksa BM anlamını yitirecek” cümlesini tekrar ederek açmak gerek bu bağlamda: Zira, ister istemez, Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olması sürecinde Türkiye’nin çekincelerini hatırlatıyor bu cümle. Malum, “karikatür krizindeki tutumu nedeniyle İslam dünyasında alerjiye neden olan Rasmussen”e de NATO’nun imajını bozacağı için karşı çıkılıyordu. Bir yandan sistemin mağdurlarının sözcülüğüne soyunan politika, eh -ki o da sorunlu ya- madun da olmadığına göre, düpedüz sistemin ağalarına sesleniyor ve Rıza’yı benim üzerinden yeniden üretebilirsiniz, bu kıyağımı da unutmayın, diyor. O zaman bir not ve bir çağrı: Bu minvalde sesli/yazılı düşünme pratikleri yapılabilir belki, yapılmalı da.)

Millici ve Osmanlıcı refleksler rasyonel her kişi tarafından kolayca uzlaştırılabilir görülüyor. Öyle de olabilir; keşke bir de -son dönemlerin ünlü tabirini kullanarak- “ideolojik” davranılmasa deniyor. Yalnız, “ideolojik” denilen şey, “iç”teki egemenlik mücadelesinin bir yansıması değil mi? Öyleyse, ki öyle, “dış”ta uzlaşmak o kadar kolay mı? İlla ki gösterir kendisini…

“Yiyin birbirinizi” de denebilir. Zaten konumuz da o değil. Lakin içe dönüklerle dünyaya dönükler diye kodlanıverecek bu türden gerilimlerde asıl sorulması gereken soru havada öylece kalıyor: Dünyaya dönük olmak bu mu? Biz dünya meselelerine (ve BM’ye) eski egemenler gibi yaklaşmayacağız deniyor ya, fark ne? Reelpolitik’in vücuda gelmiş hali olan BM’de ve benzer uluslararası örgütlerdeki köşe kapmaca oyunları neden adalet ve insaniyet diliyle açıklanıyor, meşrulaştırılmak isteniyor? Zaten hep böyleydiyse, ki böyleydi ve hep ağızlarda sakız oldu insaniyet ve vicdan, en azından daha özgün olunamaz mı? “Oyunu kurallarına göre oynama”, kerhen benimsenen bir yöntem mi yoksa? İştah açıklığına bakılırsa, bunu söylemek çok ama çok zor. Zira, Dışişleri Bakanlığı sayfasında yer alan bir spotta yazıyor: “Hattı diplomasi yoktur, sathı diplomasi vardır, o satıh bütün dünyadır.”

 

Birikim, 2012, s.