“Vallahi ödevim yok”, “teneffüslerde yaptım ödevimi”, olmadı “gelince bitiririm, söz” diyerek çantamı atarak evden kaçar gibi çıktığımı iyi hatırlıyorum. Defalarca. Derdim, Nevşehir Gazi Stadyumu’nun toprak zeminine kavuşmak. Kale arkasına daha doğrusu. Antrenmanlarda kaçan topları topluyorum, dinlenme aralarında futbolcu sohbetlerine kulak kabartıyorum; iyi güne denk gelmişsem muhabbete “na’ber ufaklık, okulun yok mu senin” şeklinde de olsa ortak ediliyorum. Hele kaleci Sefa’nın etrafında olmak ayrı bir sevinç kaynağı. Çok iyi kaleci, Nevşehirspor için bilmem nereden vazgeçmiş. (Neredeyse 30 yıl sonra arayıp bulduğumda öğreniyorum: Zamanında A genç milli olmuş, Kayseri’de iyi durumdaymış, ama memlekete erken dönmüş, belki hatası da bu olmuş.) Hele dinlenirken yüz üstü yattığını, yedek kaleciye atılan bir şutu hemen kale direğinin arka yamacında hem de hiç istifini bozmadan topukla gelişine sahaya geri gönderdiğini unutmak ne mümkün. O enseden uzun saçını, düpedüz pejmürde kahverengi eşofmanını ve yeşil kaleci kazağını da. Tabii saçlarımı onun gibi uzatacağım dediğimde evde gri bir gerilim ve hoşluk anı yaşandığını da…
*
Topçuların “farklı”lıklarının sadece onlara özgü ve sadece onlarda hoşgörülen bir hüsnükabule konu olduğu, açıkça bir koruma halesine mazhar oldukları malum. Özellikle uzun saçın (ve hatta zamanında şort giymenin, şimdilerdeyse küpenin, tokanın, tacın, sevgilinin, hatta sık değişen sevgilinin) toplumsal hayatımıza biraz da oralardan sızdığını teslim etmek gerek. İyi birer “meşrulaştırıcı” oldular. Sadece topçuların ekonomik güçleri değil kuşkusuz bunun nedeni. Zaten eskiden bu pek söz konusu da değildi. Birer “seyir”lik malzeme olarak, birer vitrin, birer övgü-sövgü müessesesi olarak, birer “ortak mülk” olarak “kuralsızlığa”, normalin dışında var olmaya, kabul edilmeye müsaittiler. Tepe tepe kullandılar, kullanıyorlar. Kullansınlar da.
*
Maç günleri bir ayrı olurdu. Zira tabela değiştirme kavgası yapardık. Bazen abim de dâhil birkaç velet kendi aramızda anlaştığımızı, her maçı sıraya bağladığımızı hatırlıyorum. Yoksa -itfaiyenin arabası uzak kale arkasını sulamadığı için- o tozun toprağın içinde kavga dahil her türlü çözüm yöntemine açıktık. Zaten top toplama işi de aynı kişi(ler)de olduğu için, gol olunca da tozutturup tabelalara ilk gitme yarışı yapardık. Gol atanlar sevinir, yiyenler üzülürken. Tabela taleplileri artınca ikişerli gruplar belirmeye başladı. Her iki takıma da birer tabelacı! Tabii kim hangisini alacak tartışması da grup içi güç dengesine göre şekillenirdi. Nevşehirspor’un resmi 3. lig maçlarındaysa yetkililerin “sen git” işaretini almak gerekiyordu. Bundaysa antrenmanlarda top toplamış olmanın verdiği saygınlığın etkisi olurdu hep. Onun için kale arkasının tozunu yutmuş olmak tabelaya çıkış basamağıydı denebilir. Derme çatma merdivenlerden defalarca çıkmak, orada ilgili rakamı aramak ve bu arada köhne saç levhalarda elini kesmek ve tabii bunu aileden saklamak…
Tabii tüm yalvarmalara, yakarmalara rağmen sahaya alınmadığımız da olurdu. Her şey bir yana, “hizmet karşılığı” bedava maç izleyememek kabus gibiydi. Neyse ki Gazi Stadyumu’nun ünlü “delik”i vardı. Diğer kale arkasıyla protokol tribününün köşesinde, stadın önemli bir kısmını çepeçevre kuşatan sac levhaların bağlantı/kaynak noktasında bir şekilde açık kalan bir dikizleme alanıydı bu “delik”. Meret öyle bir yerdeydi ki, zeminden merdivenlerle inilen kale arkası tribünün girişini tepeden çevreleyen korkulukların da tam üstündeydi. Dolayısıyla, sihirli bir “araç” gibi gözünüzü iyice yasladığınızda oradan neredeyse tüm sahayı ayna gibi görebildiğiniz bu “delik”e (sırayı da atlatıp) yanaşabilmeniz için o korkuluklara şöyle kıçınızı yanlamasına ve yarım yamalak yerleştirerek oturmanız gerekirdi. Tabii onca büyük adam izin verirse. Zaten genelde “abi/amca biraz da ben bakayım” yalvarmasına ve dahası bunu söylerkenki sesin tonunuza göre erişilebilecek bir mutlu andı o. Her durumda aşağıya bakmamanız lazımdı. Tabii ki öncelikle yüksek olduğu için. Ama “çocuksu” bir neden daha vardı: Okul yolunda da olan o alanın köşe başlarında dışkı ve idrar kümeleri çıkabilirdi karşınıza ve her okul dönüşü önce görenin başlattığı “tükürmeyen yesin/yalasın” yarışlarının yarattığı hissi hafızadan silmek de kolay değildi.
Belki de bu nedenle maç izlemenin yeni yöntemlerini bulmak gerekiyordu. Mümkünse bedavadan. “Çocuk (hatta ‘benim çocuk’) da girsin aradan” diyecek bilet sahibi bir insan evladını bulma arayışı tabii ki bir yandan da çok eğlenceliydi. Ama hem her defasında böyle birini bulmak pek kolay değildi hem de büyüdükçe zaten dar olan turnikelere fiziken -daha önemlisi psikolojik olarak- sığmak da zordu. Daha uygun ve onurlu bir yöntem bulmalıydı.
Şimdilerde Gençlerbirliği tribünlerinde “çekirdekçi” olmamda bir etkisi var mı bilemiyorum ama çekirdek satmayı keşfettik abimle. O zamanın popüler ürünü çemen-ekmek satmamıza annem müsaade etmiyordu. Biz de yiyorduk ve ev kokudan çekilmiyordu. Aslında çok iyi para bırakıyordu ama neyse. Çekirdeğe yöneldik. Beş kiloluk paket alıp bardak bardak paylaşmak, gazetelerden külah yapmak ve biletimizle stada girip fazlasını kazanmak gibisi yoktu. Bazen satıcıları almak istemeyen gaddar turnikeciler oluyordu ama bir yolu da bulunuyordu. Çoğu zaman içeride yiyoruz işte diyen maçkoliklerin da müdahalesiyle. Onlara selam olsun. Bizimkiler bu çekirdek satma işinden pek memnun değillerdi galiba. Öğretmen aile sonuçta. Ama hem yerleri belli, hem harçlık çıkarıyorlar hem de bu anlamsız maç takıntısı karşısında zaten zapt edemiyoruz diye düşünmüş olmalılar. Ama tanımadığımız insanlarla fazla muhabbet etmek ya da olmadık işlere bulaşmak yasaktı. Nitekim suyumdan bir yudum rica eden çemenci amca şişemi içinde bir şeyler yüzer şekilde geri verdiğinde “çocuğun suyunu mundar ettin” diyenler beni “koruma” karşılığında çekirdek torbamdan “bir tutam avuçlamıştı” bir keresine de ne kızmıştım. Zaten çekirdeksiz bir Ramazan ayında sigara içen biriyle oruçluların içinde inadına mı yapıyorsun diyen birinin kavgasından kaçarken ayağımı burkmuşluğum da vardı. Evet, tribün pek tekin değildi belki ama çekirdeğini maç öncesi hızlıca satıp maçı kendine ayırdığın son külahın keyfini ala ala izlemek gibisi de yoktu. Zaten biz çekirdekçiler en çabuk kim bitirecek rekabetiyle de renklendirirdik hayatımızı. Hele birkaç kaçamakla çemen-ekmek işine de girdiğimizde aldığım tadı hala biliyorum.
*
O dönem Nevşehirspor ikinci lige bile yükseldi. Büyük başarıydı. Hatta namağlup giden uzun haftalarda PSV’nin Avrupa’daki benzer durumuna atfen bizim de Nevşehirsporumuz var diye ulusal basına çıkmışlığımız da vardı. Yine 30 yıl sonra arayıp bulduğum “Amigo Berber Kadir”in tek tek hatırlattığı üzere, bizim için efsane olan topçular vardı.
Neredeyse her sene aynı gruba düştüğümüz Kırıkhanspor topçularının iyi niyet gösterisi olarak tribüne portakal attığını unutmak da mümkün değil, kritik bir maç öncesinde kendisine “çanta” takdim edilen hakemin biz 96. dakikada golü atana kadar maçı bitirmediğini de. O dönemde sahamız da çim oldu. Maç öncelerinde sulanmasına rağmen bir süre sonra tozan ve topçulara türlü türlü zorluklar çıkaran zeminden kurtulduk. Şimdilerde tabelaları kim nasıl değiştiriyor bilinmez ama Amigo Berber Kadir’in teyit ettiği üzere ünlü “delik” yerli yerinde duruyor ve beleşçilere hizmet sunuyor. Çekirdek satanlar zaten eksik olmaz. Topçular içinde “farklı/aykırı tip”ler de eminim vardır. Yeni adıyla Nevşehir Spor Gençlik (Nevşehir GK!) amatör bölgeselde ama en azından 3. Ligde var olmak istiyor. Kaleci Sefa bir ara Nevşehir Üniversitesi (şimdi adı Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi!) takımını çalıştırmış ama aradığını bulamamış. Öğrenciler ekip olarak yeterli zamanı ayıramayınca sistematik çalışmak ne mümkün diyor. Şimdilerde bölgedeki kaleci adaylarıyla ilgileniyor. Futbol emekçiliğine devam. İçinde ukde kalan şeyler olduğu her halinden belli. Saçını kısaltmış!
* haydigencler.com