Bağlantısızlar – hâlâ   

Ağustos’un sonunda, bu kez Tahran’da toplandı Bağlantısızlar. Bu, 1961’de resmen kurulan ve günümüzde 120 üyesiyle dünya nüfusunun yarıdan biraz fazlasını (yüzde 55) kapsayan yapının 16. toplantısıydı. Malum, hareketin yola çıktığı ve hatta ivme de kazandığı asıl ünlü toplantı, 1955’te “Asya ve Afrika Halkları Konferansı” adı altında Bandung’da (Endonezya) yapılmıştı. Dekolonizasyon döneminin tam başında/ortasında yapılan bu toplantı, bağımsız olmuş veya olayazmış ülkeler kadar bu yolda ilerlemeye kararlı halkların (“ulusal kurtuluş hareketleri”nin) de büyük ilgisini çekmiş ve onlara ilham ve rehberlik yapmıştı. Nasıl olmasın ki? Eşitlik, bağımsızlık, adalet, özgürlük ve sömürü ve tahakküm karşıtlığı gibi pek çok ilke yüksek sesle doğrudan sorunun öznelerini de barındıran bu uluslararası hareket tarafından uluslararası düzeyde dile getirilmekteydi. Bu ilkelerin de verdiği hisle çoğu üye için gönüller belki Sovyet Rusya’dan yanaydı ama her biri ne Batı ne de Doğu Bloku’nun içinde yer aldıklarını düşünüyorlardı. Batı Bloku karşıtlığı çok belirgindi ve nedenleri de aslında epey anlaşılırdı. Sömürgeciliğin darmaduman ettiği coğrafyaların sömürgecileriyle aynı safta yer almaları bir yana, dünyaya aynı pencereden bakmaları dahi mümkün görünmüyordu. Öyle söylüyorlardı. Doğu Bloku’na eşit mesafede durmanın nedeniyse belki biraz daha “farklı”ydı. Kimisi Sovyet tipi (reel) sosyalizmi benimsemiyordu ve kendi toplumsal, siyasal ve tarihsel koşullarına uyarlanmış sosyalizan rejimler inşa etmek ereğindeydi -ki, aşağıda yer yer temas edileceği gibi zamanla görüldü ki, aslında bu da bir nevi “devletçi” bir karşı çıkıştı. Bu “içsel” farklılaşmanın yanında/dışında “dışsal” gerekçeleri (de) olan kimileriyse Doğu ve Batı arasında bölünmüş dünya algısıyla pratiğine karşı çıkıyor ve tabiri caizse “biz de varız” diyordu. Bloklar arası rekabet ve denge politikasının yerine eşitler arası ve çok-kutuplu (daha doğrusu, daha fazla kutuplu!) dünya öneriyordu -ki, aşağıda yer yer temas edileceği gibi zamanla görüldü ki, aslında bu da bir nevi Reelpolitik bir karşı çıkıştı. Her durumda kesin olansa, 1940’ların ikinci yarısından itibaren dillendirilmekte olan[1] “bağlantısız” bir hareketin 1955’teki ateşli toplantıyla “uluslararası ilişkiler” sahnesine adım atmış olmasıydı -ki, aşağıda yer yer temas edileceği gibi hemen o zaman apaçık ortadaydı ki,  “uluslararası ilişkiler alanına adım atma”nın, daha doğrusu bir “devlet” olarak canhıraş adım atılan yerin “uluslararası ilişkiler” alanı olmasının bizatihi kendisi de çok şey söylüyordu. Başta farklı idiyseler bile, deformasyon kaçınılmazdı!

 

 

İlk “heves” ve “istek”, öyle yabana atılır gibi değil(di) zaten. Kaldı ki Bağlantısızlar, Soğuk Savaş’a ilke olarak soğuk bakıyorlardı. Öyle ya, her ne kadar ana akım ya da değil hakim literatür ciddi bir ideolojik bölünmüşlükten, rekabetten ve yarıştan bahsetse de, Soğuk Savaş Doğu ile Batı Blokları arasında ciddi bir “barış”a işaret ediyordu. “Yalta Dengesi” olarak anabileceğimiz ve Birleşmiş Milletler sistemi çerçevesinde somutlaşan yapı, yedeğine uluslararası hukuku alarak, sadece manda/vesayet ülkeleriyle sömürgeleri değil neredeyse tüm orta ve başaltı devletleri de merkezlere karşı edilgen kılmıştı. Zorla, kerhen, başka çare olmadığı için ya da bile-isteye ve de gönüllü parçası olunan uluslararası sistem, modernizmin toplumsal ve dünyevi yaşamın hemen her düzleminde ve boyutunda en baştan beri vaat ettiği “eşitlik” kuralını/ilkesini tanınmaz hale getirmesinin görüngülerinden biriydi sadece. Hem de o kadar tanınmaz haldeydi ki sahip çıkılan bu postula, her gören reelde olanı düpedüz “eşitlik” olarak kodluyordu. Eşitlik ancak eşitsizliğin bu raddede olduğu bir yerde olabilirdi zaten.

İşte “Bağlantısızlar” tam da bu ortamda ve kelimenin düz anlamıyla “eşitlik” talep ediyordu. Sorun da tam da burada başladı. Her ne kadar söylem düzeyinde ve ideolojik olarak talep edilen gerçekten “eşitlik” de olsa, içinde “eşitlik” istenen sistem “doğası gereği” eşitlikçi değildi, olamazdı. Burada Bağlantısızlar “sistem-içi” bir muhalefet denmek istenmiyor tabii ki. Ama, kabul edelim ki, Bağlantısızlar “sistem-dışı” bir muhalefet değildi; hiç olmadı ve hala da bu anlamda değişen pek bir şey yok. Nihayetinde uluslararası ilişkiler düzleminde düşündüler ve eylediler. Bu anlamda pek şikayetçi olduklarına somut delil bulmak da epey zor.

Şöyle ki, Bağlantısızlar, en baştan beri, uluslararası sistemin kendisinden ziyade kuruluş ve idame ettiriliş şekline, aktörlere ve geçerli rol dağılımına karşıydı sanki. Mevcut dünya algısına değil, bu dünya algısında kendine biçilen yere karşıydı. Ya da besbelli ki öyleymiş. Hem de tam tersini onca kuramsal, kavramsal ve hatta ilkesel gerekçelerle açıklarken. Zira uluslararası sistem düzleminde “eşit” kabul görmek için onca mücadele eden her bir aktörü/lideri, öncelikle kendi ulusal düzlemlerinde pek de ilkelerine sahip çıkamadılar. Herkes kendi çöplüğünün horozu olmak istedi. Horoz-dövüşünü hakkıyla/haklarıyla yapabilmek adına! Eğer “dönemin koşulları” ve devletlerin kurulma aşamasında yapması gereken kaçınılmaz “zorunlu hareketler” (daha doğrusu “sorunlu hareketler”!) argümanına ancak bir yere kadar prim vereceksek, ulusal düzlemde benimsenen yaklaşımlar epey sorunluydu ve de sorunlar üretti aslında: Gayet modernist, elitist, iç-tahakküm mekanizmalarını üreten ve tüketen, sırasında ömür-boyu başkanlık ilan edecek kadar liderci/“otoriter”, kalkınmacı, rehberli demokrasi (guided democracy) taraftarı, insan-toplum dengesini iyi kuramamış (demiri Batı gibi “insan-birey”e değilse de Doğu gibi sözüm ona “toplum”a fazla bükmüş) yapılardı ortaya çıkan. En geniş anlamıyla self-determinasyon hakkı, bu hakka sahip olan halk adına ve halk için kullanılmıştı; tabii sıklıkla halka rağmen! Sonuç ortada: Birçok halka ve topluma özellikle “dışsal” hedefler açısından ilham verse ve “uluslararası sistemin onurlu birer üyesi” olmak için zemin, ivme, motivasyon kaynağı ve tutamak sunsa da, “içsel” hedefler açısından vaat edilen aşamaya hiç geçilemedi. Zira, “dış”ta itiraz edilen ne ve kim varsa, “iç”te benimsendi, taklit edildi ve uyarlandı. Vaka, “dışsal” hedefler açısından eleştirinin dozunu nüanslı ayarlamak gerek. Mevcut uluslararası sisteme hakikaten hakikatli bir karşı çıkıştı, alternatifti Bağlantısızlar. Gelgelelim, daha önce de vurgulandığı gibi, kendisine biçilen role itiraz etmek ve başkaldırmakla (ki, maazallah küçümsemeye gelmez) sistemik/köklü itirazların her durumda aynı olmadığı da bir o kadar açık.

 

 

Aslında, ilk dönemleri için ayakları yere basar tespitler yapmak da zor. Zira benimsenen/kullanılan retorik ve uygulanan politikalar çoğu durumda sistemik/köklü itirazlar ve karşı-önerilerdi de -ya da öyle görünüyordu, daha doğrusu öyle görmemek için pek bir sebep yoktu. Hareket, altın çağını yaşadığı 1960’lar boyunca, dünya politikasını bir ölçüde salladı da. Dekolonizasyon süreci hem üretildi hem de bir rüzgâr olarak yedeğe alındı. Çok farklı coğrafyalar, belirli ilke ve söylemler etrafında toparlandı ve seferber edildi. Hatta bir üçünü blok oluşturuldu. Uluslararası hukuk düzleminde yansımasını bulan birçok “üçüncü dünya-friendly” kural önerildi, hayata geçirildi. Halkların kendi kaderini tayin etme hakkından başlayan bu süreç, doğal kaynaklar üzerinde sürekli egemenliğe varana kadar birçok ilkeyle taçlandırıldı. Doğrudur, bunların bir kısmı özellikle birinci dünyanın gayretleriyle bir ölçüde sulandırıldı, esnetildi ve tam da bu nedenle -varsa- bunun vebalini üçüncü dünyaya yıkmak yerinde olmaz. Ve fakat, üçüncü dünyaya da açılan, üçüncü dünyayı da kapsar hale gelen cari uluslararası hukuk sistemi, üçüncü dünyadan etkilendiğinden daha çok üçüncü dünyayı da etkiler hale geliverdi; belki zaten bu da “olağan” ya da bir yerden sonra karşı çıkılmayan, handiyse gönüllü yazılanan bir süreçti. Uluslararası sisteme ve hukuka yapılan her katkı, uluslararası sistemin/hukukun Bağlantısızları da kapsar hale gelmesi demekti. Yani, Bağlantısızlar ve/veya üçüncü dünya uluslararası hukuku şekillendirmeye katkıda bulundukça uluslararası hukukta eli böğründe beklemedi, Bağlantısızları içine aldı. En azından uluslararası hukuk artık Bağlantısızların da ürünüydü ve ona yan gözle bakmak, dudak bükmek zülfiyare dokunmak anlamına da geliyordu. 1960’larla ilgili yapılacak her (retrospektif) yorum belki de spekülasyon olacağına göre, 1970’lere geçmek en doğrusu. Zira 1970’ler, pek çok şey için olduğu gibi, Bağlantısızlar için de bir turnusol kâğıdı işlevi gördü aslında.

Bir kere, dekolonizasyon süreci büyük ölçüde tamamlanmıştı. Hareketi seferber eden ve bir arada tutan belki de en önemli hedefe ulaşılmıştı. “Öküz ölmüştü”. Herkes kendi devletindeki ev işlerine yoğunlaşmıştı. Örnek alınansa, karşı çıkılan iki Blok’tan birisinin meşrebe/duruma göre uyarlamış politikaları veya karma bir yapıydı. Her durumda, artık “devlet” olunmuştu ve ona göre de davranılıyordu. Zaten baştan beri içten içe bu yönde olan “içsel” tercihlerle uygulamalar bir yana, 1970’ler aslında çok kritik yeni bir girdiyi devreye sokuyordu: Petrol krizi ve 1973 bunalımı. Öyle ki, bu çok önemli doğal kaynağa sahip olan Bağlantısız devletler birden ya da aşamalı olarak klasman değiştirdiler ya da öyle düşünmeye ve davranmaya başladılar. Zaten “dekolonize olma” gibi çok önemli ortak bir payda hissiyat düzeyinde kaybolmaya başlamışken bir de üyeler (yöneticiler) arası ekonomik (“sınıfsal”?) farklılaşma (algısı) gündeme gelmişti. Her ne kadar somut bir tezahürü ya da belgesi olmasa da, bu kırılmanın Bağlantısız liderlerin çok ön plana çıkmasıyla grup içi kimi çekişmeleri ve sorunları daha belirgin kıldığı ve/veya pekiştirdiği de speküle edilebilir. En azından böyle bir ön-plana çıkma halinin Bağlantısızlık düşüncesiyle ne dereceye kadar örtüşür olduğunun tartışmaya açık olduğu açık. Kısacası, tamamen “duygusal” nedenlerle hareket içinde de duygusal kopuşlar başladı ki, bu, söylemeye bile gerek yok, Bağlantısızlar gibi bir hareket için çok şey demekti. Üstüne üstlük, her biri birer “devlet” oldukça kimi devlet reflekslerini de edinmeye başlamışlar, yerel ve bölgesel sorunlara yaklaşımları “küresel/evrensel” tavır almayı her zaman mümkün kılmaz olmuştu. Hem, bağımsızlaşma sürecinin kült ve her durumda “tolere edilebilir” kavramı olan “ulusal çıkar”, bağımsızlık sonrasında yavaş yavaş farklı (“gerçek”) anlamıyla kimi tartışmalara da zemin hazırlar hale gelmişti. Hem de Kuzey-Güney literatürü bağlamında toplanan sempatilere rağmen.

Bunu Sovyetlerin -1975’te resmiyete döküldüğü üzere- uluslararası sistemde görece edilgen duruma düşmesi, tüm itirazlara ve endişelere rağmen harekete neredeyse her şeyini veren uluslararası liderlerin yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilmeye başlaması ve nihayet tüm bunlara bir de küreselleşme sürecinin eşlik etmesi izledi. Öyle ki, her ne kadar örneğin 1979 Havana Zirvesi’nde alınan ve harekete can suyu katma ya da iman tazeleme çabası olarak yorumlanabilecek kararlar gelse de, 1980’lerle beraber hareket ciddi bir atalet, bölünmüşlük ve dağınıklık sergilemeye başladı. Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyetlerin dağılmasıyla başlayan 1990’lar ilk başlarda tam bir kutupsuzluk ya da çok (fazla) kutupluluk durumuna işaret etse de, Bağlantısızlar bu dönemde de ne adını ciddi bir şekilde duyurabildi ne de “eski güzel günler”e dönme yönünde bir irade sergilendi.

Bağlantısızlar’ın adının tekrar duyulur olması ancak 2000’lerde söz konusu olacaktı. 11 Eylül saldırıları, eğer birçok açından bir dönüm noktasıysa, hareket için de öyle sayılabilir. Ya da tam bir “tesadüf” eseri, yeni ivme bu kez farklı iki üyeden geldi: Birisi petrol ihraç eden devletler camiasından Chavez’in liderliğindeki Venezüella; diğeriyse 1979’dan beri uluslararası sistemin “çıbanbaşı” olan, yine büyük ölçüde petrole dayalı ekonomisinin de verdiği güvenle kimseye müdanası olmadığı iddiasında olan İran. Özellikle Ahmedinejad-Chavez ikilisi döneminde, her ne kadar “içsel” ideolojileri epey farklı olsa ve farklı “dinî hassasiyetlere” sahip olsalar da, iki ülke sık sık gerçekleştirilen karşılıklı ziyaretlerle pekişen kimi ortak tutumlarla Bağlantısızlar Hareketi’ne de yeni bir ivme kazandırmak istediler. Ya da Bağlantısızlar’ı yapmak istedikleri açısından/için çok elverişli bir zemin olarak gördüler.

“Emperyalizm karşıtlığı” ya da daha somut ifadesiyle ABD karşıtlığı, Filistin sorunu nedeniyle (fiiliyatta pek karşılığı olmasa da) İsrail karşıtlığı ve hatta anti-semitizm, küresel neo-liberal politikalara yönelik kimi eleştiriler ve Batıcı/liberal demokrasi karşıtlığı… Bunlar yeni-Bağlantısızların retoriğinde en sık kullanılan kavramlar/olgular olmaya başladı. Hem de sırasında popülizme, ırkçılığa ve gayri-Bağlantısız dil ve uygulamalara kapı aralayarak.

“İnce” bir noktaya temasta yarar var: İki ülke de, tıpkı 1970’lerdeki yıkıcı türbülans döneminde karşımıza çıktığı gibi, Bağlantısızlar adına ses yükselten devletler olarak aslında Bağlantısızlar içinde ekonomik ve politik olarak ön planda olan ya da ön plana çıkmak isteyen “bölgesel” liderdiler. ABD’yle hiç işleri olmamakla birlikte, dış politik temasları ve rabıtaları itibariyle Sovyetlerle de seviyeli bir ilişkileri vardı. Tabiri caizse, kendi başlarına, kendinde ve kendileri için “lider” olmak da istiyorlardı. Birer “başaltı” devlet olarak küresel sisteme kafa tutma niyetindeydiler. Bunun üstüne farklı bağlamlarda biraz daha kafa yorulabilir belki ama Bağlantısızlar’dan doğru bakarsak, asıl hedeflerinin hareketi canlandırmak değil peşlerinde sürüklemek olduğu, onu bir zemin olarak kullanmak istedikleri de pekâlâ speküle edilebilir. Hani 2000’lerin bu bakışa fena bir zemin sunmadığı da açıktı nihayetinde. Bağlantısızlar, pek yaratıcı bir şekilde, Bush’la adı konan “şer ekseni”nin, “serseri devletler”in biri olmaya gönüllü yazılmaya çağırıyordu tüm üyelerini.[2] Oysa her üyenin yine yerel ve bölgesel ajandaları, hassasiyetleri, politikaları, bağları ve ittifakları vardı ve ortak bir “küresel” politika/tutum/duruş benimsemek yine öyle pek kolay değildi. Hem hemen herkesin kerhen ya da gönüllü eklemlendiği, eklemlenmeye çalıştığı küresel ekonomik sistemin köşe başını tutanlara bodoslama tavır almak -kabul edelim- pek çok siyasi, ekonomik ve toplumsal nedenlerle öyle pek kolay da değildi. Böyle tavır aldığını iddia edenler açısından da! Buna bir de reelde karşılığı olsun ya da olmasın örneğin Chavez- Ahmedinejad ikilisinin sadece birer sözcü değil lider de olmak ister gibi tavır sergilediği algısı eklenince, Bağlantısızlar’ın aradığı ivmeyi tam manasıyla yakalayıp yakalamadığı epey tartışmalı hale gelmişti. Ya da en azından şöyle söylenebilir: Reelde karşılığı hiç oldu mu tartışması bir yana, Bağlantısızlık ilkelerine uygun bir dönem gibi göründüğünü söylemek zor yeni-Bağlantısızlar döneminin.

Tabii ki bu, hele küresel muhalefet yapacakların/yapanların nicelik ve nitelik olarak epey düşüş gösterdiği bir dönemde yükseltilen sesi baştan mahkûm etmek anlamına gelmemeli. Nihayetinde olan-bitene bir şekilde itiraz eden birilerinin olması çok önemli ve de önemsenmeli. Ve fakat, mevcut küresel sisteminin enikonu her sesi bastırdığı ve bildiğimiz Reelpolitik mücadelelerin muhalefet olarak kodlandığı bir dönemde hakikaten “farklı” bir sese/duruşa duyulan ihtiyaç da kendisini bir o kadar göstermekte. Denmek istenen açık: Adalet ve eşitlikle sömürü ve tahakküm karşıtlığı gibi temel ilkeler ve bunların yedi sülalesi belagat/retorik süsleri değildir ki? Sallapati ve/veya popülist politikalara payanda yapılacak şeyler midir bunlar? Tersine, her daim her davranışa, tutuma ve tavra sinmiş bir şekilde sahip çıkılan “değerler” değil midir? O zaman, Reelpolitik’e gönüllü yazılıp “sidik yarıştırmak”, ilan ve inşa edildiği ve sahip çıkıldığı iddia edilen Bağlantısızlık’la ne kadar bağdaşır ki? (Kurucu babalar Bağlantısızlık’la tam manasıyla bağdaşık mıydı ki?). Amaç muhalefet edilen küresel uygulamaları tersinden yeniden üretmekse, sende olan kötüyse bende de olsun, sen yanlış yaparsan ben de yaparım demekse, böyle bir harekete neden gerek vardı ve şimdi yeni ön eklisine ne gerek var ki? Suriye meselesinin gündemde önemli yer tuttuğu son Tahran zirvesinde olduğu gibi, anlamlı/duruşu olan çözüm önerileri aramaktan ziyade “al birini vur ötekine taraflardan” birini (sırasında, diğerinin tutmadığı!) tutup cepheleşmekse varılacak nokta, Bağlantısızlar’a neden gerek duyuldu ki? Güç dengesi, çok-kutupluluk vs. gibi kavramların Reelpolitik’in görüngülerinde ibaret olduğu bu kadar açıkken,  buradan “Bağlantısızlık” devşirmeye çalışmak bizi nereye kadar götürebilir ki? Yanıt tecrübeyle sabit: 1960’ların Bağlantısızları bizi nereye kadar götürdüyse, oraya kadar!

 

 

“Etimolojik” notlarla bitirelim: Hareket, Farsçada “Adem-i Taahhütsüzler” olarak adlandırılıyormuş. Keşke bu ismin hatırına olsaydı bazı şeyler! İngilizcesi de olur: Non-aligned, yani taraf tutmayan ve/veya hizaya gelmemiş, tarafsız ve/veya hizalanmamış, tarafsız ve/veya hizasız. O zaman, tarafsızlığa bile tarafsız, “hiza”ya hizalı! Her daim. Aslında zorlamaya gerek yok, zira her durumda İngilizceye “yabancı” bir kavram bu. İspanyolcasıysa “movimiento de paises no alineados”. No alineados, İngilizce muadiliyle aynı anlamlarda. Daha bir sahip çıkılan şekilde. Hakkını veremeyenlerin günahı boynuna. Türkçesine gelince, Bağlantısızlar/Bağlantısızlık da hiç kuşkusuz yerli yerinde bir Türkçeleştirme. Lakin Bağlantısızlık daha 1955’ten itibaren hiç yerli yerinde konumlandırılmadı ki… Aslında bu da evrensel bir soru(n): Hareket hiç yerli yerinde konumlandırıldı mı ki? Böyle bir dert oldu da gerçekleştirmek koşullar gereği mümkün mü olmadı ve ancak mümkün mertebe mi gerçekleştirildi gerçekleştirilmek istenenler. Yok muydu mümkünatı? Sahi, yok mu mümkünatı?

 

[1] İlk kez 1953’te BM’de Krishna Menon tarafından zikredildiği kabul edilen kavrama daha sonra Hindistan’ın ilk siyasi lideri Nehru Çin’le ilişkileri bağlamında sahip çıkmıştı. Buna göre, birbirinin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı, saldırmama, içişlerine karışmama, eşitlik ve karşılıklı yarar ile barış içinde bir arada yaşama Bağlantısızlık fikrinin 5 temel ilkesiydi.

[2] 2006 Havana Zirvesi’yle ilgili bir posterde aynen şöyle yazmaktaydı: “A Gallery of Rogues But No Devil”.